Dershanelerin dönüştürmesi sürecinde iktidar ve cemaat arasındaki gerilimin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacağını düşündüğüm birkaç not aktarmak isterim;
Kimilerinin Cemaat, kimilerinin, hizmet olarak adlandırdığı hareketin çıkış noktası, bilinenin aksine, rejimi değiştirmek değil, rejimi, dini hassasiyeti olan kadrolara teslim etmek üzerine inşa edildi.
Daha doğrusu;
Ruhsal iklimi aynı olan insanların yönetime geldiği bir Türkiye’de, rejimi değiştirmeye gerek kalınmayacağı tezi üzerine hareket edildi.
Toplumsal hareketlerin, ihtiyaçtan doğduğunu sosyolojik bir gerçek olarak kabul edersek;
Kendi ruhsal varlığının ötekileştirildiğini düşünen dinamik bir kitle, “okuyarak” ayakta kalabileceğine inandı.
Üstelik, iki kez okudular.
Önce, Risale-i Nur…
Sonra, Üniversite…
Cemaatin, dershanelerin dönüştürülmesi ya da kapatılmasına verdiği orantısız tepkinin şuur altı yansımasının başka dinamiklere yaslandığını düşünüyorum.
Dershane kavramı; Cemaat için, insan ve finans kaynağı olduğu kadar, dünya ve ahret kavramını da kuşatan manevi bir sığınak olarak algılanıyor.
Tam da bu yüzden, “Dershane” kelimesi, her cemaat üyesinin iliklerine işleyen derin anlamlar barındırıyor.
Çünkü, Cemaatin, dershane kavramıyla tanışması, müellifi Said-i Nursi olan, Risale-i Nur kitaplarının okutulduğu evlerle başladı.
Cemaat, bu evlere, “Dershane” ismini koydu.
Bu evlerden yetişen bir çok öğrenci, devlette önemli makamlara geldiler.
Bu evlerdeki ve dışarıdaki zeki çocuklar, üniversitelerde iyi yerlere gelebilmesi için, cemaatin kontrolündeki dershanelere gönderildi.
Cemaat büyüdü.
Her büyüyen obje gibi kontrolü zorlaştı.
Ve sonunda;
Cemaat, kendi müstakil otoritesini meydana getirdi.
İşte o müstakil otoritenin, siyaset suflörlüğü, siyaset erkinin otoritesi ile ters düşmesine neden oldu.
Tam bu noktada, gözden kaçabileceğini düşündüğüm psikolojik bir durum var;
Başbakan Erdoğan’ın, “Cemaati kollama” refleksinin, Cemaat tarafından, “yetki paylaşımı” olarak algılandığını düşünüyorum.
Başbakan Erdoğan’ın meşru yetkilerini; başta ordu olmak üzere, ne Gül, ne de Arınç ile paylaşmadığını en iyi Cemaatin bilmesine rağmen, bu yüksek hayal kırıklığını anlamakta zorlanıyorum.
İktidar unsurlarında, Cemaatin; Avrupalı devlet büyükleri ve din adamlarına karşı gösterdiği anlayışı, Başbakan’dan esirgediğine yönelik bir algı var.
Cemaatin, iktidar partisinin özellikle, bürokraside ete kemiğe bürünmesine büyük katkı verdiği doğru ama geçmişte destekledikleri, Demirel ve Ecevit dönemine kıyasla, 10 katı güce Erdoğan sayesinde eriştiklerini de kayıtlara geçirmeliyiz.
Cemaat, bu satırlara şu itiraz da bulunabilir;
“Ama Erdoğan diğer siyasiler gibi stratejik değil, manevi ortağımızdı…”
Doğru ama Erdoğan aynı zamanda 73 milyonun da Başbakanı…
Öyle anlaşılıyor ki; Erdoğan cephesi, “Başka cemaatler, başka dinamikler de var” yaklaşımına, Cemaatten empati bekliyor.
Tersten bakalım;
Bu satırların yazarı dahil, herkes yanlış pencereden bakıyor ve Cemaat haklı;
Olabilir mi?
Olabilir.
Kusursuzluk ve gerçeği her boyutuyla kuşatmak Allah’a mahsus.
Peki, eyvallah…
İyi ama, iktidarla Cemaat arasındaki kavgadan sonra, ortalıkta dolaşan belden aşağı kasetler, neyin nesi?
Cemaatin hiç alakası olmasa bile, bu kasetlerin, cemaatin üzerine kalacağı ve bir şekilde yıllardır emek verilen yapının marka değerine dinamit koyduğu&koyacağı bilinmiyor mu?
Savaşın kazananı yoktur.
Tasavvuf literatürü ile söylersek;
Türkiye’nin iç ve dış problemlerinin yoğun olduğu bir dönemde bu savaş, mekruh değil, haramdır.
*Bu yazı Talat Atilla’nın Güneş Gazetesi’ndeki köşesinden alınmıştır…