NATO’nun Amaçları, İnsan Hakları ve Sair Değerler
Önceki yazımızda NATO’nun kuruluş amaçlarına değinmiştik. Elbette ki üyelerinin de bu amaçlarla uyumlu bir hukuki düzene sahip olmaları ve politikalar uygulamaları icap eder.
NATO, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, çoğulculuk, hürriyet vb. insanî değerlerin yaşatılmasını ilke edinen ülkeler tarafından kurulmuştur. Bu ülkeler için genellikle ileri demokrasi, anayasal demokrasi, liberal demokrasi vb. nitelemeler yapılmaktadır.
NATO’nun amaçları arasında kilit konumunda olan kavram “insan hakları”dır.
NATO ve üyelerinin, insan haklarını hukuk dışı fiillerle esaslı bir şekilde zedeleyen, bazı fiillerinin insanlığa karşı suç teşkil ettiği terörizmle, terör örgütleri ve filleri ile olan ilişkileri ve mesafeleri, insan hakları sicillerinin belirlenmesinde birinci derecede ölçüt değere sahiptir.
NATO’nun amaçları zemininde, hem NATO’nun kurumsal politikalarının, hem de üye ülkelerin uyguladıkları politikaların, insan hakları ve insan haklarını esaslı şekilde zedeleyen, bazı kereler yok eden terörizm ve eylemleri açılarından tartımı ehemmiyet arz etmektedir.
NATO üyesi ülkelerin yöneticileri ve aydınları, kendilerinin, otoriter ve totaliter rejimlerden farklı olduklarını en üst perdeden vurgulu bir şekilde ifade etmekte ve bu savunularının merkezine de insan haklarını yerleştirmektedirler. Hatta bu ülkeler, çağımızda insan haklarının korunması ve teminat altına alınması hususunun, bir iç hukuk meselesi olmaktan çıkarak, tüm modern dünya milletlerinin ortak uğraşı alanını oluşturduğunu ifade etmektedirler.
NATO üyesi ülkelerin totaliter rejimlere karşı hararetle savundukları insan hakları, başka kavram, kurum ve ideallerin bir aracı değil, başlı başına bir “amaç”sal değerdir. Esasen çağdaş dünyanın popüler kavramları olan cumhuriyet, demokrasi, hukuk devleti vb. kavramlar, insan haklarını korumanın ve teminat altına almanın birer “arac”ı olarak kabul edilmektedirler.
NATO’nun amaçları ölçütünde değerlendirildiğinde, bir devletin insan onuruna saygı göstermesi, o ülkede anayasacılığın gerçekten var olup olmadığını ölçmenin temel bir aracıdır.
Devlet iktidarına ve onun kötüye kullanılmasına karşı en etkili önlem, insan haklarının anayasal olarak tanınması ve teminat altına alınmasıdır.
Bir ülke, insan haklarını hakikatli olarak savunuyorsa ya da savunusunda samimi ise öncelikle anayasal, kanuni ve kurumsal yapının bu savunu ile uyumlu olması gerekir.
Bu konu, daha açık ve vurgulu olarak şu şekilde ifade edilebilir:
* Anayasa, her şeyden önce, insan haklarını koruyucu yöndeki hükümleri eksiksiz bir şekilde içermeli;
* Kanunlar insan haklarına ilişkin hükümler itibariyle anayasaya aykırı olmamalı;
* İnsan Haklarının teminat altına alındığı anayasal ve kanuni normlar fiili olarak da uygulanıyor olmalı;
* Kurumsal yapı, etkili şekilde insan haklarına yönelik ihlallerin önlenmesini sağlayıcı yönde işletilmeli. Bu bağlamda, özellikle Anayasallık denetimi yapan yüksek mahkemeler, insan haklarını koruyucu yönde kararlar vermeli.
Bu tür anayasalara “garantiet (gerçek, yaşayan) Anayasa” denir.
Anayasada insan haklarını koruyucu yönde hükümler mevcut olsa bile, bunlara aykırı kanunlar çıkarılıyor ve uygulanıyorsa ve kurumsal yapı da bunları meşrulaştırıcı yönde işlev görüyorsa, artık orada insan haklarının etkili şekilde güvencede olduğundan söz edilemez. Bu tür anayasalara “sahte (düzmece) Anayasa” denir. Bu tür Anayasaların mevcut olduğu ülkelerde, insan haklarına ilişkin anayasal normların bazıları “ölü metinler” hükmündedir. Bunlara düzmece anayasa denmesinin sebebi, esasen garantist anayasalarda olması gereken bütün özelliklere uygun olmasına rağmen, bu özelliklerin fiiliyatta savsaklanmasıdır.
Garantist ya da “sahte (düzmece) Anayasa” ölçümlemesi, insan haklarının korunmasını esas edinen milletlerararası kuruluşların kurucu andlaşma metinleri için de söz konusudur. Yani bunların kurucu andlaşmalarının insan hakları açısından koruyucu olarak nitelenebilmeleri için, garantist anayasalarda olduğu gibi, hem andlaşma metinleri insan haklarını koruyucu hükümleri içermeli, hem de fiili pratikler bu hükümlerle uyumlu olmalıdır. Aksi halde, sahte (düzmece) bir andlaşma metnin varlığından ve uygulanmasından söz edilir.
İnsan hakları, sadece devletlerin iç politikaları ile alakalı bir kavram değildir. Bir devlet, iç hukuktaki uygulamaları yoluyla insan haklarını ihlal edebileceği gibi, milletlerarası ilişkiler kapsamında gerçekleştirdiği politika ve uygulamalarla da bazı insanların haklarını ihlal edebilir. Yani devletler, sadece ülke sınırları içinde insan haklarına uygun davranmakla yükümlü değillerdir. Bu bağlamda, bir devletin insan hakları sicilinin belirlenmesinde salt iç hukuktaki uygulamalarının nazar-ı dikkate alınması yeterli değildir. Bu sebeplerledir ki, sahici manada insan haklarını koruduğu iddiasında olan devletlerin, diğer ülkelere karşı yürüttükleri politikalarda da insan haklarını ihlal etmeyici politikaları tatbik etmeleri gerekir.
Bir devlet, iç hukukta insan haklarını koruyucu politikalar uyguladığı halde, milletlerarası ilişkilerde diğer ülkelerde yaşayan insanların haklarını ihlal etmekten imtina etmiyorsa, söz konusu devletler, insan haklarını, sadece kendi vatandaşlarına ya da ülkesinde yaşayanlara özgülemiş olur ki, bunun insan hakları teorisi ile uyumluluğu yoktur. Bu telakkide, söz konusu devletler, kendinden olmayan ya da menfaatleri ile çelişen insanlara insan haklarını tanımamakta, onların haklarını yok edici uygulamalara yönelebilmektedirler.
İleri demokrasi olduğu iddiasında olduğu halde milletlerarası uygulamalarda insan haklarını gasp eden ülkelerin totaliter rejimlerden farkı şu şekildedir:
Totaliter rejimler, ülkelerinin sınırları içinde yaşayan muhaliflere insan haklarını tanımadıkları gibi, kendi menfaatleri, ideolojileri, kurguları, uluslararası politikaları ile çelişen diğer ülkelerin vatandaşlarına da insan haklarını ihlal edici yönde politikalar uygulamaktan kaçınmamaktadırlar. İleri demokrasi olduğu söylenen bazı emperyal devletler ise, olağan yönetim dönemlerinde, muhalifler de dâhil kendi vatandaşlarına insan haklarını tanıdıkları halde, milletlerarası ilişkilerde menfaatleri ile çelişen ülkelerin vatandaşlarına bu hakları tanımayabilmekte, bu ülkeleri, bazı albenili ifadelerle haksız yere işgal edebilmektedirler.
Nihai olarak belirtmek gerekirse, sahici manada insan hakları savunuculuğu, tüm insanlara hiçbir ayrım gözetilmeksizin, insan haklarının tanınmasını zaruri kılar. Bazı insanlara, şahsi ya da ülkesel menfaat eksenli politikalar kapsamında bu hakların tanınmaması, bu devletleri insan hakları istismarcısı konumuna düşürür. Ya da bu devletlerin insan hakları sicilleri belli bazı politikalar sebebiyle yaralanmış, bozulmuş, kirlenmiş olur.
Sosyal Darwinizm-Salt Menfaat Temelli Siyaset-İnsan Hakları İlişkisi
İnsan hakları ve hukuk devleti kavramlarını dillerinden düşürmeyen, kendilerini bu kavramlarla mutlak olarak bütünleştiren ve rakibi ülkeleri evrensel insan hakları ölçütünde ağır bir şekilde aşağılayan, ileri demokrasinin cari olduğu, bir kısmı NATO üyesi olan bazı emperyal Batılı ülkelerin, insan haklarına ilişkin politikalarını esaslı bir şekilde etkileyen ve bu bağlamda onların insan hakları sicilinde ağır hasarlara sebep olan bir temel fikrî ilke vardır. Bu temel fikrî ilkenin kavramsal ifadesi “Sosyal Darwinizm”dir.
İleri demokrasi iddiasında olan Batılı ülkelerin insan haklarına ilişkin sicilini etkileyen, hatta ağır şekilde yaralayan politikalara temel teşkil eden bir diğer ilke de, siyasetlerinde temel ölçütün “menfaat” olmasıdır. Bahusus uluslararası ilişkilerde, siyasetin belirlenmesinde haklı ya da haksız olduğuna bakılmaksızın, tek ölçüt menfaattir.
Bu iki temel ilke bilinmeksizin, Batılı ülkelerin insan hakları karnesini doldurmak ve uyguladıkları politikaların mahiyetini doğru bir şekilde teşhir edebilmek mümkün değildir. Bu sebeple, öncelikle bu iki ilkenin mahiyetini ve uygulanışını biraz daha açmak istiyorum.
“Sosyal Darwinizm”, en özlü şekilde “toplumsal evrim” şeklinde tanımlanmaktadır. Teorinin özü şu şekilde özetlenebilir:
“Hayat bir mücadeleden ibarettir; bu mücadelede sadece güçlü olanlar ayakta kalır ve yaşarlar, varlıklarını devam ettirirler, zayıflar ise saf dışı kalırlar”.
Bu felsefi ilke gereğince toplumlarda bir nevi tabiî (doğal) ayıklanma (seleksiyon) gerçekleşecek ve toplumsal ilerleme bu şekilde sağlanacaktır.
Bu temel ilkenin bir neticesi olarak toplumlardaki, zayıf, güçsüz, yoksul vb. kişilerin tasfiye edilmesiyle toplumsal ilerlemelerin sağlanacağı düşünülmüştür.
Devletlerin milletlerarası ilişkiler kapsamında yürüttükleri mücadeleler de bu ilke ile uyumlu olarak gerçekleşmektedir. Bu ilkeye göre, zayıf toplumlar bu mücadeleyi kaybederek yok olacaklar ya da insanî haklarını kaybederek esarete mahkûm olacaklardır.
Bu ilke gereğince, hayatın sürdürülmesinde temel olgu, güçlülerle zayıfların mücadele etmeleri ve bu mücadele neticesinde zorunlu olarak sadece güçlülerin hayatta kalmalarıdır. Bu telakkide, zayıflara hayat şansı tanınmamaktadır. Kısaca bütün insan hakları, sadece güçlülere aittir. Zayıflarda mevcut olan hakların ve varlıkların güçlüler tarafından bu katı mücadele kapsamında zorla da olsa alınması, onlar için olgusal ve tabiî bir “HAK”tır.
Hayat mücadelesinde sadece güçlü olanların insan haklarına sahip olmaları, zayıflara hakların tanınmaması, insan hakları teorisinin kökten yok edilmesi demektir. Burada “insan hakları teorisi” yerine, sadece güçlülerin haklara sahip olmasından söz edilebilir. Bu fikriyatı ve politikaları benimseyenlerin, dayandıkları sosyal Darwinizm ve salt menfaati esas alan ilkelerle uyumlu olarak gerçekleştirdikleri uygulamalar, insan hakları kavramının teorik manasıyla uyumlu değildir. İnsan haklarına ilişkin gerçek felsefe ile esaslı şekilde çelişen uygulamalara rağmen bu ülkelerin insan haklarına ilişkin savunuları tamamen sahtedir; bu, insan haklarının haksız bir şekilde istismarından başka bir şey değildir.
Bir hukuk devletinde, insan haklarının korunmasında ve yaşatılmasında temel vazgeçilmez ölçüt, adalettir. Yani herkese layık oldukları hakkın tanınmasıdır.
“Salt menfaat” eksenli bir siyasette, insan hakları konusunda, menfaati olan bir devlet ya da güçlü kişiler, yapılar, haksız da olsalar, menfaatleri için, başkalarının elindeki hakları gasp edebilirler ve bunu da kendileri için meşru bir hak olarak görürler.
Bu sebepledir ki, Batılı devletlerin, savunduklarını ve inandıklarını söyledikleri, çağdaşlık, medeniyet, insan hakları, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, adalet, eşitlik vb. ilkeleri ters yüz ve imha eden politikalarının ruhunu teşkil eden felsefi ilke “tüm politikaların hedefine salt menfaatin yerleştirilmiş olması”dır.
Bu vesileyledir ki, NATO üyesi ülkelerin, özellikle de güçlü üyelerin milletlerarası politikalarının ruhunu bu iki ilke teşkil etmektedir. Batılı ülkelerin uyguladıkları politika ve fiillerin gerisinde yer alan bu menhus ruh bilinmedikçe, bu devletlerin uyguladıkları canavarca siyasetin mahiyeti layıkıyla anlaşılamaz.
Batılı emperyal devletlerin uyguladıkları salt menfaat temelli politikalar sadece 20. Yüzyıla mahsus da değildir. Bu yöndeki politikalar, yüzyıllardır mevcuttur. Geçmiş yıllarda sömürgecilik şeklinde tezahür eden bu politikalara meşruiyet sağlayacak temel felsefi ilkeler, Rönesans ve reform hareketleri ve bunların sonrasında şekillenen aydınlanma hareketi döneminden geliştirilmiştir.
“Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” şeklinde ifade edilen siyaset anlayışı ile “SOSYAL DARWİNİZM” birbirini tamamlamaktadırlar.
“Menfaat üzerine dönen siyaset”le “sosyal Darwinizm”in bütünleşmesi neticesinde, zayıf olanların haklarının güçlüler tarafından gasp edilmesi, bu yolla sadece güçlülere hayat ve diğer hakların tanınması, bu medeniyetin canavarca yönünü teşkil etmektedir.
Fakat bu devletler, sürekli olarak bu canavarca yüzlerini, insan hakları, hukuk devleti vb. kavramlarla örtmeye çalışmışlardır. Tıpkı, koyun postuna bürünen “kurt”ların, koyun sürüsüne dalarak koyunları yemelerine benzer bir durum söz konusudur.
Burada izah ettiğimiz “Sosyal Darwinizm” ve “salt menfaat” eksenli politika ve uygulamaların, NATO üyesi ülkelerin büyük ekseriyetinin uygulamalarının temelini teşkil ettiği söylenebilir. Ayrıca bu yöndeki uygulamaların, NATO üyesi ülkelerin terörizm ve terör örgütleri ile olan ilişkilerine yansımaları da söz konusu olmaktadır. Bu sebepledir ki, Başta Amerika olmak üzere NATO üyesi ülkelerle terör örgütleri ve eylemleri arasındaki ilişkilerin ortaya konulması, bu ilişkilerin, NATO’nun amaçlarıyla uyumlu olarak terör örgütlerine karşı topyekün mücadeleye dönüşüp dönüşmemesi, bu iki ilke bilinmeksizin mümkün olamaz.