Bir şeyi çok iyi biliyor olmalıyız; Türkiye jeo-politik olarak çok önemli bir ülkedir. Etrafındaki özellikle İslam coğrafyası olarak adlandırabileceğimiz alanda ABD-İngiltere-İsrail ekseni ile Almanya, Fransa, Çin, Rusya gibi merkez ülkelerinin çıkarları çatışmaktadır. Bu çıkarlar ve çatışma, enerji sahaları ve yolları üzerinden olabildiği gibi bazen de medeniyetler çatışması yada din ve inançlar üzerinden de gerçekleştirilebilmektedir. Çünkü, bölgeye hakim olan ve olmaya çalışan merkezi güçler geleceğe de önemli ölçüde enerjiden kültüre kadar tüm silahlarla sahip olabileceklerine inanmaktadırlar. Bölgede oynanan oyun çok acımasız ve kuralsızdır.
Alanda Türkiye batının, İran ise daha ziyade doğunun ileri karakolu görünümündedir. Yada merkez ülkeler bölgedeki bu güçlü ülkeler üzerinden oyunlarını oynayabilmektedirler. Bölgede yaşanan Afganistan, Irak işgali gibi olayları bu çatışmanın ürünü olarak değerlendirmek gerektiği gibi, “Arap Baharı” türü gelişmeleri de yine yönlendirilen konular olarak görmek gerekir. Ayrıca bizimle ilgili olan Kürt yada PKK sorunu olarak adlandırdığımız konular da bu bölgede ki çatışma çerçevesinde kullanılan olgular olarak değerlendirilmelidir. Bölgede demokrasi, özgürlük, din ve inançlar dahi bu mücadelede insafsızca kullanılan araçlardır.
Kısaca etrafımızda uluslararası bir oyun oynanmaktadır, Türkiye’de istese de istemese de bu oyunda çok önemli rolü olan –olması gereken- oyuncudur.
Çok kaba olarak kaleme almaya çalıştığım yukarıdaki paragraftaki durum uluslararası kabul gören tartışılmaz bir gerçektir. Zaten bölge ile ilgili sorun sadece bugüne has da değildir. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu bölgede başat bir güç ve 1’inci Dünya Savaşı öncesi bilinen petrol bölgelerinin en az yüzde 60’ına sahip iken savaş sonrası Atatürk’ün dahiyane çabası ve batının konjonktürel zaaflarından faydalanarak kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ise maalesef petrolün yüzde “0” sıfırına sahipti. Bu dahi batılıların çok güç kabullenebildikleri bir durumdu. Osmanlı topraklarında kurulan devletlerin çoğu ise yapay devletlerdi. Çanakkale Savaşında ordu komutanlığımızı bir Alman generalinin yapıyor oluşu da o zamandan beri nasıl bir oyuna maruz kaldığımızı ispatlamış olması gereken dramatik bir gerçektir.
Bizim tartışmamız gereken ise bu koşullar altında bu kaçınılmaz oyunda oyunu nasıl oynayacağımız değil midir?
Bazılarımız bu süreci örneğin ABD-İngiliz-İsrail eksenine paralel bir oyun kurgusu ile yönetmeyi daha uygun görürken bazılarımız daha bağımsız bir politikayı tercih edebilir. Bazılarımız doğuya yakınlaşmayı savunurken bazılarımız Avrupa’yı oyunda tutmanın yararını savunabilir.
Unutmamamız gerekir ki, oyunda en azından teorik olarak bizim rolümüzü sınırsız bir yorum farklılığı ile oynama durumumuz vardır ama oyuna girmeme şansımız yoktur.
Bu oyun için enerji meselesini, İslamiyeti ve diğer inançları, tarihi, bölgenin kültürünü çok iyi bilmemiz şarttır. Ekonomimizin güçlü olması, bilim ve teknoloji sahibi olmamız ise elzemdir. Eğitimli ve vatansever kadrolar yetiştirmemiz gereği ise izahtan varestedir.
Son tahlilde bunlara karşı çıkacak aklı başında, ilim-irfan sahibi kimse olduğunu düşünemiyorum. Peki, biz neyi tartışıyoruz?
Neden her olayda saçma-sapan bir siyasi parti yandaşlığı ile birbirimize giriyoruz?
Amacımız Türkiye’nin yani kendimizin bu bitmez-tükenmez, insafsız mücadeleden başarıyla çıkması değil mi?
Ben emperyalizmin, en azından neo-emperyalizmin olduğuna inanan biriyim. Bölgede hem enerji savaşları yapıldığına hem de uygarlıklar arası mücadele verildiğine inanan biriyim. Bir de ilave olarak medeniyet içi mücadeleye tahammülüm yok. Türkiye ve bölgeye yönelik baskıya inanmayanlara tahammülüm yok. “Biz bu işlere karışmayalım” diyerek kültürünü, tarihini, din ve inançlarını unutanlara, boynunda ki ip bazen gevşetiliyor diye kendisini bağımsız sananlara veya kendisini imanlı sanıp bu oyunda kendisini kullanamayacağını sananlara çok kızıyorum. Oyunu sadece iç politika sananlar ise muhatabım dahi olamazlar.
Hatırlatır ve gerçekten çok sevip saydığım değerli okuyucu ve yorumcuların bilgisine saygıyla sunarım.