Pazar sabahı 8.30’da Ankara Cebeci’de Askeri Şehitlikteyim. 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü. Sabah sabah 20-30 kişilik bir halk kalabalığı, (yalnızlığı demek daha uygun ama söylemek istemiyorum)genellikle yaşlı ve gözleri yaşlı insanlar… Konuşmak için yanlarına gittiğimizde genç yaşta şehit düşmüş evlatlarının fotoğraflarını göğüs ceplerinden çıkarıp gösteriyorlar. Tekerlekli sandalyelerini sürmekte zorlanan, üstü aslan gibi altı olmayan gaziler şehit düşen arkadaşlarını ziyarete gelmişler… Genç yaşta yaşlanmış dul eşler, nişanlılar ise… Onların yaşamı bitmiş. Hele ellerinden tuttukları çocuklar sanki hayata eksiden başlamışlar…
Ateş düştüğü yeri yakar, Şehit yakınları belli ki ilk 5-10 gün ilgilenilmiş sonra unutulmuşlar. Acıları, gururları ve isyanları ile baş başa bırakılmışlar. Bir ana, “Uludere’ye bile gittiler ama buraya gelmediler” dedi. Hiçbir şey söyleyemedim… Halbuki haklı-haksız o kadar çok şey saklı ki bu sözde, bir kitap bile yazabilirdim…
Biz gazilerine, şehitlerine, ülkesi için öyle veya böyle kaza ile dahi canını veya bedenini kaybedenlere ve yakınlarına ilk günler dışında pek değer vermeyen bir toplumuz. Galiba bu cümlemden ziyade verdiğimiz değeri sistemleştirmeyen bir toplum olduğumuzu söylemem daha doğru…
Bir de konunun başka bir yönü var; biz kendi canına dahi değer vermeyen bir toplumuz…
Bu hafta başı Afganistan’da şehit düşen 12 askerimizin cenaze törenleri var. Mutlaka Cumhurbaşkanı, Başbakan seviyesinde katılımı olan “Güzel” bir törenle uğurlayacağız onları… Aileleri ilk günlerin kalabalığından fark etmeyecek gerçek acılarını… Sonra yalnızlıkları başlayınca anlayacaklar gerçek felaketi, gidenle birlikte kalanında solduğunu…
Peki biz neden diye sorgulamayacak mıyız, neden?
Bu ülkenin ne çıkarı vardı da ta Afganistan’da şehit oldu bu evlatlarımız?
“Afganistan’dan, Irak’a, Tunus’tan, Suriye’ye bu savaş neden?” diye sormayacak mıyız?
“Dünya nüfus kontrolü sadece Müslümanlar üzerinden yapılıyor, sadece Müslümanlar savaşıyor, ölümler hep neden bu yanda?” demeyecek miyiz?
Desek bile birileri bizim çok bilinçli olarak bu oyunu oynadığımıza bizi inandıracak ve yine azalmaya, acılarımızla baş başa kalmaya devam edeceğiz…
***
Bu ara çok yoğun oldum. Hafta içersinde yazmam gereken yazılarımı aksattım. Özür dilerim. Kutsal görevim başta ailem olmak üzere çok sevdiğim sizi ihmal etmemi zorunlu kılıyor. Kusura bakmayın. Önceden yazıyı yazıp, okuyucu ve yorumcuların nabzını dikkate almadan yazmayı ise sevmiyorum. Neyse, bir çare bulmaya çalışacağım. Sorun benim sorunum…
İnsanın kişiliği ile ilgili genellikle en doğru kararı en yakın çevresi verir. Sonra ikinci halka tanıyanları. Bir de sizi tanımdan yazdıklarınızdan, yaptıklarınızdan, bulunduğunuz pozisyon yani rakip oluşunuz veya yanında oluşunuz nedeniyle karar verenler… Eğer siyasetçi iseniz size iyi denmesi ihtimali gittikçe azalıyor, azalacak demektir. Bunlara şahsım adına eyvallah ama ben yazdıklarımı okuyan, yorum yapıp katkı sunan hiç kimseye “Otla” türü bir şey söylemem, söyleyemem. Değerli yorumcu TOTEM nedense kendisine alınmış, hakikaten çok üzüldüm. Evet, yazdıklarımdan para kazanmıyorum kendisi veli nimetim değil ama veli fikrimdir. Nasıl hakaret edebilirim?
Bir de bu köşede benim bir siyasetçi olduğumu unutturmaya ve yazar kimliğimle sizinle diyaloga girmeye çalışıyorum ama bir türlü beceremiyorum. Yinede bir partili siyasetçiden çok bir sade yazar gibi yazmaya çalışacağım. Artık herkes nasıl kabul ederse…
Saygı, sevgi ve mutluluk dileklerimle.