Başbakan’ın sert siyaset anlayışında, eleştirilmeye layık unsurlar olabilir ama Erdoğan’ı giderek sertleşmeye iten nedenleri masaya yatırmadan yapılacak gözlemler, eksik olduğu kadar, siyasi merceğe hapis edilmiş sübjektif olgular olarak kalacaktır.
Şu anda yazımı kim okuyorsa, Erdoğan’ı kendi yerine koyarak yazdıklarımı test etme imkânı bulabilir;
Sizinle ilgili, illegal, her gün birkaç kaset yayınlansa, sizi sevmeyenler, bu illegal kasetler üzerinden size yargısız infaz gerçekleştirse, hangi ruh ikliminde olurdunuz?
Yargısız infaz diyorum, çünkü ortada kesinleşmiş yargı hükmü yerine, kasetlerle kesinleşmiş siyasi kanaatler var.
Bırakın bir Başbakanı, sıradan bir insana dahi layık görülmeyecek bel altı imalarla her gün tehdit edilseydiniz, sakin kalabilir miydiniz?
Bir evliyayı bile 3 ay aralıksız izleseniz, en azından burnunu karıştırırken yakalarsınız?
İlla ki; ortaya çıkan illegal kasetler üzerinden bir okuma yapacaksak, kasetler, Başbakan’ın diktatör değil, yalnız olduğunu, çevresinin kuşatıldığını kanıtlıyor.
Erdoğan’a diktatör yakıştırması yapanların ellerini zayıflatan başka bir unsur, Başbakan’ın medya yöneticilerine açtığı iddia edilen telefon kayıtlarıdır.
Soruyorum; Başbakan’ın muhatabı, söz konusu yayın organlarının yöneticileri mi, yoksa patronları mıdır?
Bir diktatör, medya patronları yerine, bırakın yöneticileri aramayı, kızdığı medya patronlarını ayağına çağırmaz mı?
Bir diktatörün, yıllarca, nefes alışı dahi dinlenebilir mi?
Bir diktatör, partili arkadaşları için, “Beni ucundan kıyısından destekliyorlar” sözünü, canlı yayında söyleyebilir mi?
Daha da ötesi, bir diktatörün olduğu yerde, medya patronları eleştiri yapabilir mi?
Evet, Erdoğan’ın medya ile kurduğu ilişki, ideal bir ilişki değil ama Türkiye’deki medya yapılanması ideal mi?
Bu topraklardan, MİT Müsteşarı atayan gazeteciler, karton fabrikası için manşet atan yayın yönetmenleri geçmedi mi?
Türkiye’deki hâkim medya, sol terminoloji üzerinden yayın yapma refleksi ile kuşanmıştır ama Türkiye’deki solun toplam oyu yüzde 35’dir.
Hâkim medya, kurulduğu günden bu yana, bu yüzde 35’i memnun ederken, geriye kalan yüzde 65’i örselemedi mi?
Hepimiz biliyoruz;
Hâkim medyanın patronlar katı, ne geçmişte, ne de bugün, melekler katı olmadı.
Konjonktüre yaslanarak kahraman olunmaz!
Başbakan Erdoğan’ın yakın bir danışmanından dinlemiştim;
Erdoğan, büyük bir medyanın tepe yöneticisine Başbakanlık’ta randevu verir.
Konu döner dolaşır, yayın politikasına gelir.
Başbakan, “Kardeşim, nasıl yayın yaparsanız yapın ama bir öyle bir böyle davranmayın. Muhalefetseniz muhalefet olduğunuzu bileyim. İkircikli yayın yapıyorsunuz!”
Başbakan’ın öfke patlamalarını, neden-sonuç ilişkilerinden bağımsız değerlendirmek yerine, insani bakmayı deneyemez miyiz?
Ayıp!
Linç kültürünün, sosyolojik-psikolojik alt kompartımanlarının neye karşılık geldiğini bilmiyorum ama hayvani bir iç güdü olduğuna eminim.
Belki, “İyi ki, o kişi ben değilim!” güdüsü, belki de, “Hayata karşı biriktirdiği kin patlaması” olabilir ama nereden bakarsak bakalım, linç kültürü insana yakışmıyor.
Gazeteci Metehan Demir’e de aynı bu duygularla linç yapılıyor.
Evet, montajlanmış dahi olsa konuşmaların içeriği hoş değil ama medyada Metehan Demir’i linç etmeye katkı verenler, Metehan’dan daha temiz değiller!
Kanıt mı?
1 milyon kasetin içinde!
*Bu yazı Talat Atilla’nın Güneş Gazetesi’ndeki köşesinden alınmıştır…