Bir adı vardı herkesin. Bir de unvanı, babadan gelen.. Üst mevkilerde olanlar, zamanın varlıklıları; falanca oğlu Ali ağa, falancalardan Mehmet Efendi diye anılırdı..
Gerek variyetten, gerekse ‘padişahım çok yaşa’ yı en hoş sedayla söylemekten doğan saraya yakınlık hususiyetinden;
Vardı bir hikmeti ve bu unvanlar pek az aileye verilirdi. Köylünün köylü, fakirin fakir olduğu daha lakabından belli olurdu..
Soyadı kanunu geldi sonra.
Gelmesiyle kalmadı, bütün ön ayrımcılığa sebep olan unvanları da kaldırdı.
Ağa, hacı, hoca, efendi, hafız, bey, beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa, hazret, zade gibi sıfatları soyadında kullanmak yasaklandı.
Marabanın vazgeçilmez el aleti saban, memleketin en zenginlerinden Sabancı ailesine yapışırken.. Maaşı 2 bin beş yüz lira olan Yozgat Belediyesinin temizlik görevlisi Veysel bey’in soyadı Zengin oluverdi mesela.
Askere alma, okul kaydı, nüfus tapu işlemleri gibi devlet dairesinde; daha en baştan işlem yapan memurun karşısına dikilen etiket kayboluverdi.
‘Laiklik adam olmak’ demekti. Cumhuriyet; insana, insan olduğunu hissettirdi.
Milletin işine geldi, ama beyzadelerin işine pek gelmedi.
Halide Edip Adıvar’ın eşi mesela; Atatürk’ün sofrasına gelip ‘Ben bilinen bir insanım, benim adım var. Şanım şöhretim var. Ne demek soyadı almak. Benim adım var.’ diyip sofrayı terk etti.
Medeniyetten kaçış yoktu. Onun da herkes gibi bir soyadı olacaktı, ‘Adıvar’ oldu.
Soyadı kanunu Atatürk’ün yaptığı onlarca devrimden sadece biriydi.
Üstün bireyi ortaya çıkarmak için, üstün birey yapmaya çalıştığı kişiyle de mücadele etti, onu insan olduğuna ikna etti.
Fransa’dan önce kadına seçme ve seçilme hakkı verdi.
Demokrasiye geçiş olsun diye parti kurdu.
Bunları, çok daha fazlasını idam fermanları arasında, akılla, büyük dehasıyla, emsalsiz mücadelesiyle, canı pahasına, hem cephede hem mecliste savaşarak yaptı..
Kurduğu cumhuriyette var olan, kurduğu partide makam sahibi olan biri çıktı sonra.
Altın gününde kısıra kaşık salladığı komşusu Ayşe hanıma seslenir gibi hitap etti. Soyadını telaffuz etmek istemediğini söyledi.
Mustafa dedi, Kemal dedi..
Süslü cümleler kurarak, lügatlar parçalayarak, dalga geçer gibi, inadına yapar gibi.
Ne ağır bir haldir bu memleket kuran adama, ne acı, nasıl bi’ gam..
Fikirlerini savunduğunu, açtığı yolda, gösterdiği hedefe yürüdüğünü söyleyenlerden biride çıkıp ‘Mustafa şandır, Kemal şereftir, Atatürk; Gazi Paşa’nın anasın ak sütü gibi helal soyadıdır, hürriyettir Atatürk, istikbaldir, alnımıza yazılmış en güzel kaderdir. Bunu içine sindiremeyenlerin bu oluşumda yeri yoktur!’ Demez mi? Diyemez mi?
Demediler, diyemediler..
İzlersin olup bitenleri sızı içinde.. ‘Hallere bak.’ diye iç çekersin.
Tarifsiz bi’ hüzün çöker içinin en derinlerinde bir yerlere.. Damarları şişer gırtlağının, bir yumru oturur boğazına.
Mavileri gelir paşanın, hürriyet diye çırpınan.. Bir incecik dal gibi eğilerek yurttaşını dinlediği fotoğrafı gelir. Umut aşılayan, herhangi bir vagondan çırptığı tebessümü..
Dua tepeye yapılacak taarruz için gecenin kör vakti yola koyulan Mümtaz albayın 57. Tümeni gelir sonra. Aralıklarla yaktıkları fenerler dolanır hafızanda. Çiseleyerek başlayıp, bardaktan boşanan yağmur.. Daha yol yarılanmamışken başlayan Fırtına. Çamur deryasına batmış postallar. Soğuktan kavrulmuş suratlar, namlusu beze sarılmış tüfekler, fırtınanın tek tek söndürdüğü fenerler, yolunu bulamayan kolbaşı Hasan’ın çaresizliği gelir..
Erlerin kaybolmaması için birbiriyle konuşmasına izin verilir..
Arka bölüklerin birinden bir ses gelir.. Günlerdir Sakarya’ya bakan tepelerde söylenen türküdür bu. Her bölük kendiliğinden söylemeye başlar sonra. Sonra bütün tümen.. Hep bir yürekten, dağılmamak, kaybolmamak için Gazi Paşaya seslenir 57. Tümen.
Yağmura karışmış gözyaşları içinde, hıçkırarak, haykırarak..
Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak / Uyan uyan Gazi Kemal, şu feleğin işine bak..