Geçen gün bir TV kanalındaki sohbette, “Aktör ve aktrislerimizin tamamı, Türk Sineması’nda tam olarak değerini bulmuştur. Sahici bir sinemamız oldu.” sözüne denk gelince, bu yazı kaçınılmaz oldu.
60’lı yıllarda ateşlenen, 80’li yılların ortalarına kadar içimizi ısıtan bir Türk sineması vardı.
Elle çizilmiş afişlerini bile saatlerce seyrettiğimiz, çan sesine benzeyen gong sesine bile meftun olduğumuz büyülü bir Dünya’ydı Yeşilçam.
Açık hava sinemalarının kapanış dönemleri ile, Türk Sineması’nın gerileme döneminin eş zamanlı başladığını düşünüyorum.
Sinema’ya olan sevda o kadar büyüktü ki;
Beyazperde’ye düşen her lekeyi ya görmezden geldik, ya da ellerimizle sildik.
Örneğin; Star kavramına o kadar iştahlıydık ki, Ayhan Işık gibi rol yeteneği sıfıra yakın bir sanatçımızı, sırf kaşı gözü yerinde diye, kral ilan ederek bağrımıza bastık.
Türkan Şoray’ı sultan ilan ederken, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik ve Filiz Akın’ı, taca ortak etmek için, “Türk sinemasının 4 yoncası” diye lanse ettik.
Kötü etmedik elbette ama illa bir kral ve kraliçe bulmak zorunda mıydık acaba?
Tac takmadığımız onlarca sinema değerimizi ötekileştirmiş, her şeyde olduğu gibi yeni bir sınıf oluşturmuş olmadık mı?
Ya sahicilik?
Avrupa sineması ile en keskin ayrıldığımız nokta, tam da burası oldu.
Seyirciyi sürekli bir masal Dünya’sında yaşamaya iten Türk Sineması, az sayıda başyapıt eserler çıkarsa da, sahicilikten uzak kaldı.
1960 ve 1975’li yıllara kadar sahiciliği bir miktar yakalayan Yeşilçam, özellikle 1980 sonrası ucuz, içeriksiz ve taklit filmlerle çıtayı iyice düşürdü.
Sanat adına yapılan filimler, halkın anlamadığı filimler olarak gişeye sürülürken, filimi izlemeyen seyirciye de, “Anlamıyorlar!” yaftası yapıştırıldı.
Türk Sineması’nın geldiği noktayı en iyi özetleyen filim; Recep İvedik serisidir!
Çünkü; Tüm zamanların 1 numarası o!
Talat Atilla/Güneş