Demokrasilerde veya daha doğru bir tanımlamayla demokrasiyi içselleştirmiş ülkelerde iktidar mücadelesi kaynakların kullanımı, milli gelirin adil paylaşımı, hak hukuk ve özgürlüklerin ufak nüanslarla yaşama geçirilmesi üzerine yapılır. Örneğin sosyal yardımların tutarı, çevrenin ne ölçüde tahribi, verginin kapsamı, kürtaj veya askerliğin süresi gibi. Böyle olunca partilerde, parti kadroları da birbirine yakın oluyor ve uzlaşmacı bir anlayışla ülkelerini makul bir şekilde yönetiyorlar.
Bizde ise özellikle AKP iktidarı döneminde iktidar mücadelesi bir ölüm-kalım mücadelesini andırıyor. AKP, aslında daha doğru bir ifadeyle Recep Tayyip Erdoğan, açık bir şekilde iktidar değil devleti ele geçirme hatta devleti dönüştürme peşinde… Yani rejim değişikliği hedefliyor… Bu ise demokratik bir ortam değil tabi ki gergin bir kutuplaşma yaratıyor. Demokrasi ve demokratik anlayış ve kurallar ise maalesef ayaklar altında… Erdoğan’ın devleti ele geçirme projesine inanmayacak kadar safsanız son dönemdeki Sayıştay’dan Yargıtay’a, AYM’den MİT’e değişikliklerine kısaca bir bakmanızı öneririm…
Aklından zoru olmayan hiç kimse Erdoğan’ın doğru yaptığını söyleyemez. Çünkü, Erdoğan demokrasi geliştirme derdinde değil, kendini devam ettirme ve bir Ortadoğu cumhuriyeti oluşturma peşinde… Bir baas rejimindeki gibi devletin kendi üzerine yapılandırıldığı bir yönetim…
Henüz kimse dillendirmezken ilk bu köşede Erdoğan’ın kutuplaşma ve gerginlik politikasını birlikte tartışmıştık. Baştan bu asla kabul edilmedi, bana da saçmaladığım yorumları yapıldı ama şimdilerde “seçmenini konsolide etme” olarak makul gösterilmeye çalışılıyor. “Seçmenin konsolide edilmesi”nin ülkeye, topluma ve demokrasiye ne kadar zarar verdiğinden bahseden AKP cenahından kimse yok. Seçmeni bu derece ve bu yöntemle konsolide etmenin topluma ihanet olduğunu görüp anlayan veya anlatan yok… Erdoğan, seçmenini konsolide ederken toplumu alevi-sünni, dindar-dinsiz, İslam-laik diye bölüyor. Seçmeni bu şekilde konsolide etmenin kısa dönemde telafisi yoktur. Sosyoloji tarihinde asla böyle bir örnek görülmemiştir…
Neyse şu uzun ramazan günü sizi fazla yormayayım. Bir ramazan fıkrası ile konuyu bağlamaya çalışayım…
Osmanlı’nın son dönemlerinde iki şair ve edip ahbap Mehmet Celâl ile Faik Esad, Beylerbeyi’nde bir dostun iftar davetine icabet için yola koyulup karşıya geçiyorlar; fakat vakti iyi hesap edememişlerdir ve iftara daha saatler vardır. Bunun üzerine iki ahbap,
“Camiye gidelim, vaaz dinleriz, vakit geçer” düşüncesiyle Beylerbeyi Camii’ne girip bir tarafa ilişiyorlar.
Vaiz kürsüye çıkmış cehennemden bahsetmekte, diliyle etrafa yıldırımlar savurup şimşekler çaktırmakta, "zebânileer, alevleer, katran kuyuları” dedikçe cemaat dehşetle tir tir titremektedir.
Bizimkiler vaizin tehditlerine pek kulak asmamaktadır ama ahalinin çoğu kapıldığı haşyetle hüngür hüngür ağlamaktadır. Ağlayanlardan biri, gözyaşlarını silerek Faik Esad’ın sırtına dokunuyor, kısık sesle, ”Siz vaizi dinlemiyor musunuz?” diye soruyor.
"Dinlenmez olur mu, dinliyoruz elbet” diye cevap veriyor bizimki,
"Peki ne dediğini anlıyor musunuz?” "Anlıyoruz elbette, niçin soruyorsun peki?”
Adam hayretle devam ediyor,
“Yahu bizim ağlamaktan ciğerimiz sökülüyor, gözümüz dışarıya uğruyor sizde ise hiçbir elem işareti yoktur, nasıl oluyor bu?”
Şair cevap veriyor:
“Efendim biz bu mahalleden değiliz, yabancıyız, misafirliğe geldik de!”
Bazılarımız bu ülkede misafir gibi… Ülkenin bir cehenneme dönüşmekte olduğunu görmemekte ısrar edip hala “Ben” “Ben” “Bize neden sorulmadı?” diyor ve kendi cenahlarını vuruyorlar…