Kısa bir zaman önce garip bir şey oldu.
Kulağımda bir uğultu belirdi, sesler azaldı derken neredeyse tamamıyla tüm sesler yok oldu. Dipsiz bir kuyudan insanlar bana sesleniyordu ancak çaresiz bir şekilde duymuyordum.
Kulağım öyleyken çektiğim işkenceler şöyle dursun, o dönem diş tedavim de yapıldı. Sadece tedavi de sayılmaz öndeki dişlerim küçültüldü ki kaplama geçirilsin. İki hafta süresince olduk mu dişsiz?
Hal böyleyken ne beslenebiliyorum ne de duyabiliyorum. Hayatım elimden alınmış, hayatı sadece izleyen bir et yığınına dönüşmüştüm.
İnsanlar bana seslenirken yüzümü çevirmek zorunda kalıyordum çünkü dudaklarını okumam gerekiyordu, kati suretle duymuyordum. Bana kah kızıyorlardı kah acıyorlardı.
Yemek meselesine gelince, iyi ki pipetler var. Ancak onlarla beslenirken bile kontrollerde aldığım anestezi sebebiyle dudaklarımı kontrol edemiyordum ve içtiğim şeyler ağzımın kenarından dökülüyordu.
İyy! demeyin olur mu?
Aaa yazık yaaa da demeyin!
Demeyin, demeyelim! Kimse aciz durumda olmayı istemeyecektir, istemediği durumu yaşayan insanları incitecek nefesi bile işittirmeyelim.
Ben elbette iyileştim, kulağım için etkili bir tedavi oldum, nedenini bulamadılar yani her an hepimizin başına gelebilecek kadar ani bir rahatsızlık.
Dişlerime gelince ise elbette inci gibi oldular ve neredeyse cevizi dahi kırabilirim.
Ben iyileştim peki ya hiç iyileşemeyecek olanlar?
Hastalar?
Yaşlılar?
En sık ve kolay incittiğimiz yaşlılar.
Kendimden biliyorum, en çok kulakları az işiten anneme sitem ediyorum, hatta bazen cümlemi ikinci defa tekrar bile etmiyorum, öyle ya bana ne duysaydı!
Oysa o hastalık süresi bana o kadar güzel bir değer kattı ki,
Film izlerken dudak okumak zorunda kalmanın, bebeğin ağlarken ve gülerken duyamamanın, seslenişlere cevap verememenin nasıl korkunç bir şey olduğunu,
Yemek yerken yemeği ağzından dökülen yaşlı insanların aslında siz yemek yermekten zevk alırken nasıl acı çektiklerini ve üstelik sizin aldığınız tadın onda birini belki aldığını,
Canının her istediğini yiyememeyi, estetik görünüşünün neredeyse iğrenç oluşunu kısaca sağlığımızın güveneceğimiz en son şey olduğunu öğrendim.
Daha da korkuncu ise bu durum benim için geçiciydi, hastalarımız için de bir umut var, ya yaşlılarımız?
Dipsiz kuyunun tam ortasında utana utana yaşama arzusuyla ölümü beklemek…
Koşmak istemek koşamamak ve bir daha koşamayacak olmak,
Hayalleri olmak ama gerçekleştirecek enerji ve zamandan mahrum olmak,
İlla sevileni de vardır elbet ama genellikle artık gözden çıkarılan olmak,
Sofralarda istenmeyen, misafir gelince köşeye itilen, çok konuşursa göğsünde uyuttuğu bebeleri tarafından azar işitenlerdir.
Daha zalimce düşünürsek, sokağa atılacak kadar ölümü dilenen diri diri yaşamın dışına atılan, ölemeyen ölülerdir.
Evlerde koca koca köpekler beslenir, sevilir. Ola ki salonun ortasına işeyince acaba bir şeye mi kızdı? diye düşünülür ancak bunu yaşlılarımızdan biri yapınca ilk akla gelen iyice bunadı tespitidir.
Tek başına çay suyunu koyamayacak, banyosunu yapamayacak yaşa gelmesine rağmen sobası tütmeyen, ısınmayan evlerde tek başına bir sese muhtaç televizyondaki görüntülerle sohbet ede ede ömür tüketen, tükenen ömrü ardından üç güne evi satılan aksaçlılara ne demeli?
Ne demeli?
Nasıl yapmalı?
Anladık mı? ‘’Anne olunca anlarsın, baba olunca anlarsın’ diyen büyükleri acaba? Doğum acısını tadınca anladık mı? Ya da evladımızın canı yanınca hissettiğimiz acıyı yüreğimizin en derininde hissedince nasıl sevildiğimizi ve ne kadar değer gördüğümüzü ve bunu bize kimin gösterdiğini?
Bence anlamadık,
Şimdi sıra bizde hadi varsa cesaretiniz buyurun, yaşlanın!