Haklarını teslim edelim; Ayağına kurşun sıkmakta, kendi kendisini imha etmekte CHP’lilerin üzerine yok. Siyaseten prim elde etmek için Ankara’da olur olmaz partililer Mansur Yavaş’ı arayıp “transfer” önerisinde bulunarak adeta gözünü korkuttular.
Bu acemilik, Mansur Yavaş’ı bir an için CHP belediye başkanı adayı olmayı düşünecekse bile vazgeçirdi. Bir yandan İstanbul’da Mustafa Sarıgül’ün adaylığı tartışılırken İstanbul’a büyük emek veren Gürsel Tekin yıpratılmış oluyor.
Neyse, adaylar kesinleşince konuşuruz bunları.
CHP’nin kalesi İzmir ise bambaşka bir âlem.
Daha girdiği ilk seçimde Kemal Kılıçdaroğlu’nu sabote eden, galiz küfürle karizmasını çizen Aziz Kocaoğlu, eğer iktidar partisinde siyaset yapıyor olsaydı, bir şekilde malulen emekli edilirdi ama bindirilmiş kıtalarla hala “İzmir azizdir Aziz kalacak” diye bağırtılıyor. Çok komik…
Baykal’ın sırf kendine tehlike yaratmayacağı için Koç bayiliğinden İzmir’e Başkan yaptırdığı Aziz Bey bırakın emeklilik hazırlığı yapmayı, aday olmasını CHP’ye bir lütuf gibi sunuyor. Kapalı kapılar ardında, “Ben aday olmam; ayağıma gelecekler” havasında konuşan Başkan, nedense siyasi hayatını “yakın dostu” bir bakana endekslemiş görünüyor.
O olursa aday olacakmış… Diyarbakır seyahati nedeniyle kendisine “destekleri için teşekkür” ettiği Başbakan’ın “Barış projesine” destek veren Kocaoğlu, elindeki son silâhı olan “beni dava eden AK Parti’dir” mağduriyetini de tamamen kaybetti.
Kısacası, CHP İzmir’de yine Kocaoğlu’nu aday gösterirse tarihin çöplüğüne gidebilir.
Bu arada Kocaoğlu daha yeni twitter adresi almış ve orada bayram şiirlerine benzer mesajlar atıyor. İşte nüfusunun yarısından fazlası gençlerden oluşan Türkiye’ye yakışan aday böyle olur! AK Parti’nin bu kadar yanlışına rağmen neden oylarının düşmediğini şimdi anlıyor musunuz? Anlamadıysanız seçimlere az kaldı. Anlarsınız!
Ayşe topu tut!
İsimsiz onlarca gazetecinin sessiz sedasız kapı dışarı edilmesi şöyle bir değinilip geçilen bir konuyken Can Dündar meselesinin bu kadar uzamasını, bizim basınımızın yalnızca, “şöhretperest ve sınıfsal” genlerine bağlayamayız. Eksik kalır.
Diyeceksiniz ki; Aslında hep böyle olmaz mı?
Eyvallah. Tamam da… Bu aralar başka bir şey daha oldu, ki bu yazı da aslında o “şey” için yazıldı. Can Dündar’ın oğlu varmış. 18 yaşındaymış. Adı Bahtiyar, pardon Ege imiş. Ve dört aydır Milliyet’te yazıyormuş. Ve… O da kovulmuş. Tüm bunları nereden mi biliyoruz? Nasıl bilmeyiz? Günlerdir yavru Dündar konuşuluyor. Ve bingo… Koskoca Hürriyet’in savruk röportajcısı Ayşe Arman yavru Dündar’a uzatıyor teybi ve yazarlık serüveninden kovulmasına kadar her şeyi anlattırıyor.
Bu arada Ayşe, “Çok yakışıklısın!” demeyi de ihmal etmiyor 18’lik Ege Dündar’a!
Yavru Dündar röportajda, “Birçok gazetenin kadrosunda yaşlı yazar.” var diyerek basına bir de ayar veriyor 18’lik aklıyla!
Ne yapsın garibim, yaş 18 olunca gözüne herkes yaşlı görünüyor. Haklı…
Hadi Ayşe Arman zaten lay lay lom. Asıl üzücü olan Enis Berberoğlu gibi vicdan duygusu gelişkin bir yöneticinin buna müsaade etmesi değil midir?
Kimseye gazetecilik dersi vermek haddim değil ama Can Dündar’ın oğlunun Milliyet’ten kovulması haber midir?
Onca gazeteci işsiz gezerken 18 yaşında bir çocuğun Milliyet’te nasıl olup da köşe yazabilme fırsatına kavuşabildiği değil midir asıl haber olan Sayın Enis Berberoğlu?
Üstelik kendi deyimiyle daha 4 ay öncesine kadar bırakın gazetecilikle herhangi bir ilgisinin olmasını, gazete bile okumayan birine nasıl olup da kapıların böyle açılabildiğidir.
Mesele, hak etme meselesidir. Yoksa, elbette baba/anne şöhretli diye çocuğun önü kesilsin demiyoruz. Aksine, medya dünyasına kazandırılan her kişi için mutluluk duyarız ama gazeteciler patır patır işten atılırken kılını kıpırdatmayan medyanın 4 aylığına gazetede yazarlık oynayan birinin peşine nasıl olup da böyle düşebildiğidir.
Diyeceksiniz ki bunlar da soru mu?
O, Can Dündar’ın oğlu.
Hah… Nasıl oluyor da oluyorun yanıtı işte bu.
Peşine düşülmesi gereken şey o “olan”ın neden hala olduğu değil mi?
Mesela medyadaki kast ilişkilerine ilişkin birkaç soru da sorulamaz mıydı bu meselede? Birileri gazetecilik oynasın diye köşeler ayrılırken bırakın köşeleri, kapıların bile sayısız gerçek gazeteciye kapalı olmasının trajikliğine değinemez miydi kimse?
Hayır… Değinemezlerdi. Ve değinmediler.
Çoğu çürümüş sistemin yavrusu çünkü.
O kast içinde olmayanlar bile ilkesel olarak karşı değil buna.
Çünkü bir gün o nurlu yükselişi tamamlayıp içeriye girmenin derdindeler.
İçinizi karattığımın farkındayım ama aslında durum o kadar da ümitsiz değil!
Bir ihtimal daha var!
Gidin birini tanıyın…
Mesela; Ertuğrul Özkök’ü tanıyın Ayşe Arman olun, Serdar Turgut’u tanıyın Oray Eğin olun, ya da birilerini tanıdığınızı iddia edin Rasim Ozan Kütahyalı olun.
Ya da Can Dündar’ın oğlu olarak doğun. Gazete bile okumayın ama yazar olun.
Allahsız dindar olur mu? Olurmuş!
Olmaz mı?
Mısır’ın Sisi’si mesela…
Suudi Kralı Abdullah mesela…
Her ikisi de, Mısır’da öldürülen binlerce masumun katillerinin destekçileri.
Her ikisi de muhtemelen namaz kılıyor, oruç tutuyor. Üstelik Suudi Kralı Abdullah, peygamberimizin doğduğu, yaşadığı ve vefat ettiği toprakların devlet başkanı.
İnanmak, sözle inandım demek midir?
İnanmak, inandığına sadakat, bir eylem hali değil midir?
İnandığının tersine yaşarsan, kendine göre bir din kurmuş olmaz mısın?
O din İslam değil, senin nefsinin ya da aklının kurduğu beşeri bir tuzak olmaz mı?
Bunlar mı peygamberin izinden gidiyorlar?
O peygamber ki; sırf kız çocuğu diye toprağa diri diri gömülen düzeni yerle bir eden, güçlüyü değil, haklıyı tutan, köle ile devlet başkanını eşitleyen iki cihan nuruydu.
Hz. Muhammed mahşerde suratınıza tükürmeden derhal kendinize gelin.
Ya da yerle bir olun. Yaşasın kötüler için cehennem!
*Bu yazı Talat Atilla'nın Güneş Gazetesi'ndeki köşesinden alınmıştır...