Bir Pazar sabahıydı, Ankara kar altında
Zemheri ayazıydı yaz güneşi koynunda
Ucuz can pazarıydı kalemin düştü kana
Zalımlar pusudaydı, bedenin paramparça
Dizeleriyle başlar Ali Çınar, Selda Bağcan’dan dinlediğimiz o meşhur şarkının şiirine.. Eserlerin asıl sahipleri bizi pek ilgilendirmediği için ihtimal Ahmet Kaya’dan dinlediğimiz ‘kendine iyi bak’ şiirinin de Ali Çınar’a ait olduğunu bilmiyoruzdur, ‘hep sonradan gelir aklım başıma’ ve onlarcasını da.. Öylece ses eder hasılı Çınar ilk dizelerinin birinde: ‘zalımlar pusudaydı, bedenin paramparça’ diye..
Sonrası malum, devamı yankılanır Selda Bağcan’ın o enfes sesinin çeperlerinde.
24 Ocak 1993 te parçalanarak çoğaldı Mumcu Ankara’nın Bahçelievler semtinde. Tanıyan tanımayan, okuyan okumayan, fikirlerine katılan katılmayan herkesi hüznün birinci katındaki o cendereli burun sızısında birleştirdi Mumcu’nun gidişi..
Hâlbuki öyle kolayca da birleşmeyiz biz. Takıntılarımız vardır, fikirlerimiz sarsılmaz bir kazığa sıkı sıkıya örklenmiştir, karşıt bir fikri kabul etmek hiçte kolay değildir..
Takım tutarız mesela.. Öyle tutarız ki, bebeyken benliğimize işlenen takımın rengi; kelimelerimize, yürüyüşümüze, gülüşümüze, mimiklerimize, hülasa kişiliğimize geçmiştir.. Büyük marifettir.
Teknik direktörü değişir takımın, en sevdiğin futbolcusu değişir, başkanı değişir, yönetim biçimi değişir, stadının adı değişir, İsmet paşa gider bir sermaye gelir, hatta külliyen yeri değişir stadın ama takım değiştirilmez.. Anlarsın bunu; alışkanlıktır, anısı vardır, baba yadigarıdır dersin..
Herifin oğlu müptezelin tekidir, âlemin bütün sevimsizliği sanki onun bedeninde birikmiştir, bırak yan yana gelmeyi, televizyonda görünce saçını başını yolasın gelir. Ama oldu ya, tuttuğun takım transfer etmiş.. İşte o saatten sonra işler değişir, o artık bizdendir.. Aslında şöyle geriden iyice bir baktığında fena çocuk da değildir hani, sonra mı? Ölümüne sevilir..
Bizim siyasi partinin genel başkanı hiç hata yapmaz misal, hiç yanlış bir politikasına rastlamamışızdır, çünkü o Tanrı’nın kusursuz yarattığı bir adam ya da kadındır.. Düşünmeye, ölçmeye, biçmeye, tartmaya, sorgulamaya ne hacet, o yaptıysa tamamdır.. Sağdan soldan laf eden mi oldu, kesin ‘faşisttir, alçaktır’
Uğur Mumcu işte
Uğur Mumcu, sorgulamayı öğretti de gitti bize.
Çevirdin anahtarı, apansız bir ölüme
Şarapnel parçaları saplandı ciğerine
Ucuz can pazarıydı kan doldu gözlerine
Elazığ depremiyle sarsıldık yurdun her yerinde.. Büyük geçmiş olsun, yaralar çarçabuk sarılsın.. Emine Kuştepe’yi tanıdık; hani UMKE sağlık çalışanı. Enkazın altında eşi ve çocuklarıyla kalan Azize ile telefonda konuşan o güzel insan..
Kürtçe bilmiyor Azize, ama Türkçe bilmeyen komşuları da enkazın altında.. Emine Kuştepe ‘Azize’ diyor, ‘Canım, bak onlara şöyle seslen..’ Kürtçe, nefes alıp vermesini, konuşmasını isteyen şeyler söylüyor..
İkinci gün öğrendik ki, Google’da en çok ‘Elazığ Kürt mü’ diye arama yapmışız.. Bu ayıp da çarçabuk vicdanlarımızda sorgulansın, telafi edilsin, tedavi edilsin..
Depremzedeleri ziyaret eden İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ayaküstü babasının kucağındaki çocukla hasbihal ederken, çocuk aniden Soylu’nun yüzüne vurdu, babası da ayıp mukabilinden çocuğa.. Sonra alnından öptü Soylu, çocuğun.. Konu bu. ‘Süleyman Soylu çocuğa tokat attı’ zırvası dolaştı soldaki mahallede..
Aynı mahalle, deprem gecesi o kara haber duyulur duyulmaz en az on lira olmak kaydıyla gönlünüzden ne koparsa diye bağış kanallarını açan Kızılay Başkanına ‘yahu yirmi yıldır toplanan 65 milyar deprem vergisi nerede, bu vergiler böyle günler için toplanmadı mı?’ dedi.. Sen misin bunu diyen; çullandı sağdaki mahalle soldakine, ne ahlaksızlığı kaldı soranın, ne de vatan hainliği..
Hiçbir kişinin, kurumun, topluluğun arkasına sığınmadan, sormuş olmak için yapmadan, gürültünün arasına sesimi karıştırmadan, cılızca çıkarmadan, çok net soruyorum.. Deprem vergisi olarak toplanan 65 milyar nerede?
Gazeteci değilim ben; ama bir işçinin, bir memurun, bir esnafın, bir çiftçinin, bir sanatçının, bir öğrencinin de soru sorabileceğini öğretip gitti Mumcu..
İsimsiz korkuları katmadın yüreğine
Bembeyaz doğruları yaşadın ölümüne
24 Ocak Cuma günü her sabah olduğu gibi köşe yazılarını okudum.. İsim isim yazmak istemem, merak eden o tarihli köşe yazılarına bir göz atsın.. Emin Çölaşan hariç solcu, aydın geçinen, muhalif yazar deyince akla ilk gelen kim varsa hiçbiri bir satırcık ayırmamış Mumcu’ya..
Vefasızlık; nasıl olur, diye soracak olursanız bana..
Zalimlerin kurduğu pusuda bedeni paramparça olmuş bir meslektaşı görmeyerek olur vefasızlık, hatırlamayarak da olur, unutarak da, unutturmaya çalışarak da, parçalandığı günün yıl dönümünde bir satırcık adını anmayarak da..
Aydınlansın diye geleceğimiz, memleketimiz; iki yavrusunu öksüz, karısını eşsiz bırakan, gazeteciliği ölümüne yapan, bile bile ölüme yürüyen o adama bir selamı çok görerek de olur vefasızlık.. Derim.
Evet gazeteci değilim, edebiyatçı olduğum söylenir, ben de böylece düşünürüm, buna inanırım.. Zaten gazetecilik, ben ‘gazeteciyim’ denilerek olacak bir şey değil.. Bu satırları okuduğunuz gazetenin sahibi Talat Atilla burada benim ilk defa geniş okur kitlesiyle buluşmamı sağladı..
Kitaplarım okurla buluşup, artık yenisi beklendiğinde, soyunduğum yerde giyinip, zamanını benim de bilmediğim bir tarihte sizden helallik isteyeceğim.
Çok yönü var gazeteciliğin, bunlardan sadece biridir yazmak.. Günlük köşe yazanlara da hep şaşırmışımdır zaten.. Bazı zaman olur ki yarım saatini almaz bir metin, mahkeme katibi gibi şak şak yazar, kahveni alır köşene çekilirsin.. Bazı zaman da olur ki koca gün yetmez bir köşecik yazının hakkından gelmeye..
Hâsılı ben haddimi bilirim, ben gazeteci değilim.
Ama eğer bir gazeteci olsaydım ben; hele ki ‘aydın’ geçinen bir gazeteci.. Yediğim ekmeğin hakkına, 24 Ocak 2020 Cuma günü, köşemin son satırında okurlarıma şöylece seslenirdim..
Uğurlar olsun uğurlar olsun
Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun
Bir kırık gözlük bir keskin kalem
Yürekli yiğitlere hatıran olsun.