Hayır!
Aslında yazar diye geçinenlerle ilgili düşüncelerimiz belliydi. Yazamayan ama kıkırdayanların nasıl yazar diye taltif edildiğini, temelsiz, bağlamsız, kendi kendini yalanlayan derin düşünce yazıları yada ortaokul son sınıf seviyesini geçemeyen sulu zırtlak duygu kaynamalarının “bulunmaz aşk&derin düşünce yazıları” ve yazanların “eşsiz yazarlar” olduğunu, zaten ortalama kültür ve beğeni seviyesi belli olan kitleye ciltlerin arasındaki satırlarda kitap görüntüsünde sunulmasını sessiz küfürlerle geçiştiriyorduk.
Ama hayır. Bulaşıcıydı… O rezil, çürük, ne anlattığı belli olmayan yazılar artık köşe yazısı, yazarlar da köşe yazarı olmaya başlamıştı. Her ne kadar köşe yazarlığı gazetecilikle bir değil diye kabul etsek de “Aha da gazeteci oldum/oldu” genel kabulü, gazete sayfalarını açınca onları görmek tahammül sınırlarını zorlamaya başladı.
Bir insan kendini ancak bu kadar rezil eder…
Köşe yazarlığı ancak bu kadar ayaklar altına alınır….
Bir meslek ancak bu kadar rezil edilebilir…
Hala iyi niyetinizi koruyup beklersiniz ki birinde tutturamadı mı diğerinde olur belki.
Olmuyor, olmuyor, olmuyor…
İşte son örnek;
Yazarlığın, köşe yazarlığının, bir şeyler anlatabilmenin gamzelerden daha fazlasını gerektirdiğini Vatan yöneticileri ne zaman fark edecek, yada fark etseler bile bu sefilliği Vatan’ın bile kaldıramayacağını ne zaman görecekler, merakla bekliyorum.
Vatan’ın “Yeni yıla bomba gibi giriyoruz. Artık Tuna Kiremitçi de bizde yazacak” parlatmalarıyla köşe verdiği yazardan bahsediyorum. Hani İclal’in sevgili eşi, sekreter kızların romantik yazarı “A.Ş.K. Neyin Kısaltması?” gibi benzersiz buluşun sahibi.
Hani Hrant Dink cinayetini görüp tabanları yağlayan, sonra da bu utanç verici şahitliğini utanmadan, sıkılmadan yazarak anlamadığımız şekilde kendisine paye çıkaran hisli yazar. Her yazısı baştan sona çürütülecek akıl yürütmelerle ve saptamalarla dolu Vatan yazarı.
Diyor ki son yazısında; “Tuğba Ekinci’yi buz pateni yaparken seyretmek, Türkiye’de yaşamanın bize sunduğu sayısız ayrıcalıktan sadece biri… Onu seyrederken, aklıma birkaç yıl önce yazdığım bir deneme geldi. O yazıda Almanya’da büyümüş Türk gençlerinin daha fazla özgüven sahibi olduğunu savunmuştum. Bunun Almanların yaratıcılığı teşvik eden eğitim sisteminden kaynaklandığını ileri sürmüş, değerli görüşlerimi temellendirmek için de Fatih Akın, Yade Kara gibi sanatçılarla Cem Özdemir gibi siyasetçileri örnek vermiştim.”
Evet, aynen öyle söylüyor. “Değerli görüşlerimi…” Bakın nasıl sürdürüyor değerli görüşlerini; “İtiraf edeyim, fena yanılmışım. Onu “Buzda Dans” yarışmasında seyrederken, yazımın dayandığı zeminin ayaklarımın altından kaydığını hissettim...” Yazısının dayandığı zeminin zaten çürük bir zemin olduğunu birazdan göreceğiz ama devam eldim o “değerli görüşlere.”
“Müzisyen olmadığım için sesi hakkında yorum yapmak istemiyorum. Şarkılarıysa tahmin edebileceğiniz gibi, askerdeyken girdi hayatıma… (Lütfen buradaki zeka dolu! “anıştırmaya” dikkat. Askerdeyken tanıdığı yok tabii. Ama Ekinci ile özdeşleşen o muhabbete vurgu yapmak istiyor.) Ama kendisine dair geliştirdiği imge o kadar yukarıda ki, ister istemez başınızı kaldırarak bakmak zorunda hissediyorsunuz.”
Magazin programlarına bakıp “benim neyim eksik?” diye soran milyonlarca genç kızdan biri o. Tek farkı, soruyu cevaplayacak cesarete sahip olması... Bazen doğru hareket yola mutlak bir özgüvenle çıkmak olabiliyor. İşte bunu keşfetmiş ünlü patencimiz...”
Neresini düzelteceksiniz?
Şimdi deseniz ki, o birkaç sene önceki değerli görüşlerinde ifade ettiğin Almanya’daki Türklerin özgüveni aslında özgüven değildir, “öteki” olmanın verdiği cemaat yakınlaşması, yakınlaşmadan doğan “kaybolmama” duygusu ve kaybolmamak için yüceltilen bilinç altı korkusunun kişiliğin aşırı ileri atılmış “ters” halidir… Alman eğitim sisteminde bir sıfır yenik başlayan küçük çocukların taa o zamandan gelen komplekslerinin ters bir şekilde dışa vurulmuş şeklidir… Örneğin memleketinden kalkıp büyük şehre gelen köylünün, türdeşleriyle birleşerek şehirde yitip gitme korkusunu bastırmak için kendisini olduğundan daha fazla ortaya koyması gibi bir şeydir… O atak duruşu korkunun ve güvensizliğin büyüttüğü ve abarttığı marazi bir ruh yapısından kaynaklanır… Anlamaz.
Yada bu güne dönüp Tuğba Ekinci’nin o abartılı tavırları özgüvene değil arsızlığa denk düşer… Aynı o ekrana çıkmak isteyen türdeşleri gibi arsızlıklarını yedeğe alıp utana sıkıla girdiği kapıdan saldırdıkça korkularını bastıran ve böylece güvensizliğini perdeleyen örneklerden belki en göz önünde olanlardan biridir… Alın Ajdar’ın özgüvenini koyun yerine Tuğba’nınkini sapmaz deseniz, yine anlamaz.
Her ileri çıkmak özgüven değildir, arsızlıkla özgüven arasında ince bir çizgi vardır ki bahse konu olan olay ve kişi birincisine daha yakındır deseniz, hayır, anlamaz.
Anlamıyor. Anlamayacak. Çünkü çapı bu. Çünkü buna rağmen birileri görüşlerinin “değerli” olduğuna fena halde inandırmış.
İyi de, Vatan’ı Tuna’nın yazabildiğine kim inandırmış? Vatan’cılar sekreter kızların gazete okumadığını bilmiyor mu?
Daha önce de görmüştük. Bu ülke İbrahim Tatlıses’in, Armağan Çağlayan’ın, Deniz Akkaya’nın, İclal Aydın’ın hatta ve hatta Reha Muhtar’ın bile köşe yazdığını gördü.
Ama yeter… Edebiyatın içine ettiniz, fosseptik çukuruna çevirdiniz, bari gazeteleri dışarıda bırakın.
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |