Bugünkü yazıma, dostum Harun Göreci‘nin Facebukta paylaştığı şu satırlarla başlayacağım: “Cunda’da bir cafe.. Ne hoş.. Garsona sordum wifi varmı diye, evet var dedi, peki şifreyi söylermisin? Dedim.. Tabii dedi.. ATATÜRK’ün doğum yılı ve ölüm yılı, dedi.. Ama bunları bilmiyene tarihleri vermiyoruz.. Bayıldım ve çok keyifle çayımı içtim..”
Vallahi ben de bayıldım bu işe.. Ben de İğneadada bunu okuyunca çayımı keyifle içtim.. Ne olur ülkemizdeki herkes bu zihniyette olsa, yöneten, yönetilen, esnaf, tüccar herkes de görevini bu zihniyetle sürdürse.. Devletimizi oluşturan ve Milletimizi bütünleştiren ilkelerimize zarar verenlere tepkisini herkes, en azından bu şekilde gösterse.. Kendine düşen görevi yerine getirse..
Ne olur.. Ne olur.. Ah yüreğim!.. Ah bugünkü halimize, yanan bütün yürekler!.. Yürekliler ve yüreksizler..
Neyse gelelim bu haftaki yazıma..
Geçen hafta Kemalettin Kamu konusunu işlerken demiştim ki; “Bu AKP iktidarının milleti sürüklediği bunalımdan kurtulmak için kapağı İğneadaya attım.. Orada kafamı dinleyecek, Yayınevimin kitaplarını epub formatında e-Kitap yapmakla meşgul olacağım..
İşte Kemalettin Kamu’dan sonra, sıra geldi Halit Ziya Uşaklıgil kitabına(*) .. Onu da bir haftada tamamladım..” Şimdi o kitaptan da bazı satırları sizlerle paylaşarak dinleneceğim..
HALİT ZİYA’nın BİR KADIN PENÇESİnden: Bölüm Başlığı: Köşebaşında.. Sa: 126: “Bayılan bir ihtiyarın yanında toplanıp te'essür içinde ezilen halkın, bu gün gözleri önünde düşmüş koca bir memleketin inleye inleye, sürüklene sürüklene elem vaveylasını geçirirken o halk, başları önlerinde sönük gözleri inmiş, omuzları kısık … sanki telleri sert bir darbe ile kopmuş bir keman gibi ses vermeyen kalbini taşıyarak silkinip gidiyor..”
Ey milletim ne diyorsunuz? Başımızdakilerin bugün milletimizi Halit Ziya’nın yukarıda tasvir ettiği gibi, telleri kopuk, ses vermeyenler haline getirdiği sözlerine katılıyor musunuz?
Üstad devam ediyor:
“… Sokaklarda kimse yok; köyün bütün hayatı sinerek çekilmiş, yerini yalnız ölüme terk etmiş zannolunacak. Ve ölümün gölgeleri görünüyor, arkasında yırtık bir kaputla sırtı kabarmış biri fark ediliyor ki, sallanarak meçhul bir menzile ve son bir ümidle gidiyor; ötede başı sarılmış, elinde yarı boş torbayı çekemeyen kolu sarkmış bir ikincisine tesadüf olunuyor ki, evlerin kapalı pencerelerinden yol ve çare soran bir istimdad nigâhile gözlerini havalarda gezdiriyor...”
Halit Ziya üstad, herhalde yıllar önce bu günleri görmüş ve Güneydoğu Anadolu halkımızın hali pürmelalini yukarıdaki satırlarla tasvir etmiş..
HALİT ZİYA’dan ANILAR: KIRK YIL kitabından: sa.: 136:
“Gülmek... İşte bir illet ki bu yaşda, türlü matemlerden sonra bile hâlâ beni terketmedi.. O zaman bu, beni hemen dâima her şeye sırıtan bir çocuk yapardı..
Muallimlerimizden Mustafa Efendi, asabî bir hastalıkla malûl idi ve ... bu biçarenin başı dâima sallanırdı. Bu sırıtkanlığımın sebebinin kendisi olmayacağına kanaati vardı elbette, fakat ders esnasında ben tebessümümün içine hakkında duyduğum sevginin ve takdirin bütün ifadesini koymakla beraber, o galiba maluliyetinden mütevellid bir vehim ile bundan alınmış olmalıydı.. Ki bir gün bana:
— Ülen Halid...
— Ülen Halid... dedi, iyi çocuksun, hoş çocuksun amma ille şu gülme huyun olmasa..”
(Bu ülen telâffuzu, İzmir şivesile ulan tabirinin muhaffef bir şeklidir).
Halit Ziya Uşaklıgilin bu sözlerine ben de bir iki satır ekleyeyim.. Türkiyenin benim nazarımdaki en değerli fıkra ustası olanYılmaz Özdil’in kulakları çınlasın..
Gari.. der.. Ülen tabirine onun yazılarında da sık sık rastlar ve satırlarındaki samimiyeti takdir ederiz.. Acaba Özdil de böyle yazarken Halit Ziya Üstad’dan mı esinlenmekte?..
Bu arada Halit Ziya’nın İzmirlileri tasvir eden daha pek çok satırları var ama, konuyu uzatmayayım.. Sacede şunları vererek, başka kitabına geçeyim:
“İzmirin gür kaşlı, iri gözlü penbe buğday tenli, mütenasib endamlı, düzgün bacaklı delikanlılarının, ekseriyet üzere mavinin muhtelif renklerinden intihap etdikleri iki tarafa hoş bir ahenkle sallanan bu kofalı şalvarları içinde, başlarında hafifçe kaşlarının üstüne
iğrilmiş poşulu feslerile, bellerinde ikide birde boşanıp lâtif ve tekrar boşansın diye ihmalkâr bir tavırla toplanan uzun ipek Tarablus kuşaklarile, kırmızı diz bağları ile, ta diz kapakları hizasında gerilmiş bembeyaz tire çoraplarile öyle ki raksedercesine hafifçe sekerek yürüyüşleri vardı ki bunu hâlâ görmek isterim..”
Son seçimlerde İzmir milletvekili olarak Başbakanlığa yükselen Başbakan Binali Bey, İzmir’in efeleri, o zamanki giyim kuşamlarını bir yana bıraksan da karakter bakımından bak neymiş!.. Sen de onları ruhlarını muazzep etmeyecek şekilde hareket et, ona göre laflar et, onlara layık olmaya çalış.. diyorum.. Ama bakınız evvelki hafta neler oldu?
Binali Yıldırım, yarımgünlüğüne İzmir’e şereflendirecekti.. Cumartesi günü İzmir’de bir iftar verdi.. Olan bitenle ilgili olarak,Yeniçağ’da Ahmet Takan özetle şu bilgileri veriyor:
“İzmir Emniyet müdürü güvenlik güçlerince alınacak olağanüstü tedbirleri 90 sayfada toplamış.. Bu iş için Ankara’dan gelen korumalar dışında 2504 emniyet mensubu görevlendirilmiş.. İftar saatinde bazı yollar trafiğe kapatılımış.. Bu yüzden insanlar perişan olmuş.. Bazı vatandaşlar saatler sonra evine varabilip iftarını açabilmiş.. Araçlarda aramalar, sokaklarda GBT sorgulamaları.. Takan yazısına, demek ki “İzmirliler Yıldırım’ı çok korkutmuş!” başlığını atmış..
Ne diyorsunuz bunlara İzmir milletvekili Başbakan?
HALİT ZİYA’nın AŞKI MEMNU kitabından: sa. 33:
“…Nihal henüz dört yaşında idi.. Babası Adnan Bey onun için bir mürebbiyeye lüzum gördü. Mürebbiye adayları içinde Fransa’dan geldiklerini iddia edenler.. Bugün Alman olduğunu iddia ederken yarın Sofya Yahudilerinden olduğu anlaşılanlar vardı.. Adnan Bey çok müşkülpesentti.. Nihayet karşısına Mile de Courton çıktı. Bu Fransız mürebbiye tam Adnan Bey’in aradığı idi.. Mürebbiye, yalıya geldiği zaman, “Türk evine mi geldim?” diyerek şaşırmıştı..
… Babasının, Nihal’in piyanoda çalması için getirdiği operaların arasında Wagner'den de parça vardı.. Ama Mile de Courton bunu çalışmasına mâni oluyordu. Nihal ise bilakis bu menedilen şeyi mutlak her gün eline alır, mürebbiyeyi Bülend'in pek ziyade hiddetlendirdiği bir sırayı kollıyarak piyonosunda tecrübe etmek isterdi. O zaman Mile de Courton, koşardı: "Çocuğum, size bin defa söyledim ki, bunu çalmak için insanın Alman parmakları olmalı. Parmaklarınızı kıracaksınız, yalnız o kadar değil, fikrinizi, musiki zevkinizi berbat edeceksiniz. Düşününüz bir kere: Bir fırtına ki bacaları deviriyor, kiremitleri atıyor, ağaçları söküyor, kayaları yuvarlıyor, düşününüz o gürültüyü, bundan bir musiki yapınız, işte mösyö Wagner!..."
“Bu sözü bile Onun, Wagner için sükûn bulmaz bu husumetini ispat etmeye yeterli idi.. Öyle ki, Mösyö Wagner derken bu asilzade Fransız kızının damarlarındaki kanlar Alman dahisini tezyif ederek ıslık çalıyor zannolunurdu..”
Bütün yukarıdaki satırlar da, Fransızların bitmez tükenmez Alman düşmanlığını, dünyayı ve Osmanlıyı mahfeden I. Dünya Savaşını.. Hatta Fransızların bugünlerde bizi Meclislerinde Ermeni katliamcısı olarak damgalamalarını falan da hatırlatıyor değil mi?
(*) Halit Ziya Uşaklıgil /Hayatı, Sanatı, Eserleri- Toker Yayınları, 144 sa. Tel: 0535 3199349 ve [email protected]