Türk Tarihi, sayısız kahramanlar, büyük adamlarla doludur.. Atalarımız Hunlardan başlayan bir kronoloji içinde Avar, Göktürk, Selçuklu, Osmanlı diyerek ilerlersek, karşımıza; Hun Tanjusu Mete Han, Tabgaç ve Avar Kağanları, Göktürk’te Bumin ve Bilge Kağanlar, Anadolu’yu bize vatan yapan Alparslan, Cengiz Han, Timur, Baburşah, Fatih, Kanuni.. ve Atatürk diyerek, saymakla bitiremeyeceğimiz büyük adamlarla kucaklaşırız.. Yalnız Osmanlı tahtında oturanların sayısı 36 olduğuna göre sayıları yüzlercedir bunların.. Araştırırsak, bunlar arasında, kumandanlığının yanı sıra büyük şairleri, edebiyatçı ve sanatkar olanları görürüz.. Aralarında tevazu örneği olanlar kadar, dünyayı yaratmışçasına mağrurlaşanlara, kötü alışkanlıklara kapılmış olanlara, alkol düşkünlerine falan da rastlarız..
Bunlardan Babürşah toplumumuzun pek tanıdığı bir Türk büyüğü değildir ama, benim beğendiklerin biridir.. 1483 yılında bugün Özbekistan sınırları içinde bulunan Fergana’daki Andican’da doğdu. Timur soyundan gelmiş bir aileye mensuptu. Babası Timur’un oğullarından Miran Şah’ın torunlarından Fergana valisi Şeyh Mirza, anası Cengiz Han’ın torunlarından Yunus Han’ın kızı Kutluğ Nigar hanımdı.
Babur’un doğduğu tarihte bu hanedan Orta Asya'nın küçük bir bölgesine hakim durumda idi. Babasının ölümünden sonra 1494 yılında 12 yaşında iken Babur, Fergana'da tahta çıktı. Tahta çıkınca, önce amcası Semerkant Hanı Sultan Ahmet ve dayısı Taşkent Hanla taht kavgası yapmak zorunda kaldı. Fakat ordusu onları mağlup etti.. 1497’da yaptığı saldırıda, büyük dedesi Timur’un başkenti olan Semerkant’ı da ele geçirdi. Fakat bir süre sonra yenilerek Semerkant’ı Özbeklere bırakmak zorunda kaldı.
Her neyse.. Bugünkü konumuz bunlar değil.. Babur’un, devlet adamlığı ve kahramanlıklarından ziyade edebiyat, sanat ve tarihçiliğini yansıtan eserlerinden ve şairliğinden söz etmek..
O, Çağatay Türkçesi ile yazdığı şiirleri ve Baburnamesi ile döneminin Ali Şir Nevai’den sonraki en büyük edibi idi. Eserlerinde ve şiirlerinde, Nevai’nin etkisi altında kaldığı görülür. Çağatay Edebiyatı ve Ali Şir Nevai(*) kitabımızdan alacağım birkaç satırla onun edebi yönünü ve kişiliğini yansıtmaya çalışayım:
“Baburnameden: “Öğle vaktinde gezmek için hareket edilerek gemiye girip rakı içildi.. Mecliste dostlar ve çalgıcılar vardı. Yatsıya kadar gemide içip, yatsı vaktinde sarhoş bir halde çıkıp ata bindim, meşaleyi elime alarak nehir kıyısından ordugaha kadar, kah atın bir tarafına, kah öte tarafına eğilerek ve çılgınca at koşturarak gelmişim. Çok sarhoş imişim. Hiç hatırlamıyorum. Ertesi gün karargahtan gelişimi anlattılar. Eve geldikten sonra epeyce kusmuşum..” (Vekayiname Cilt II. Sa.257, R. Rahmeti Arat tercümesi.)106.sayfadan bir kaç satır..
ALİ ŞİR NEVAİ DER Kİ..
.. Ve şimdi de aynı kitaptan o devrin en büyüğü Ali Şir Nevai ile ilgili bir kaç satır..
“Nevâî Nakşibendî'dir. Türk şeyhlerine de sempati besler. Yalnız sufî değil mutasavvıftır. Ona göre Çağatay ve Moğol Beyleri de Mirzaları gibi din, İslâmiyet, Türk aristokrasisinin hayat ve ihtiyaçlarına uymalıdırlar. Şarap, musiki, işret, resim, nakış, devlet idaresi ve vergi gibi işlere karışmamalıdır. İslâmiyet sadece samedanî (Allah'la ilgili) bir duygu olarak değerlendirilmelidir.”
Ali Şîr, Sultan Hüseyin Baykara'ya ve Bediul-Zaman Mirza'ya memleket yönetiminde "adalet, cömertlik, milletin gönlünü kazanma" yı tavsiye eder. Onlara “siz tarihte iyi bir iz bırakmak için imar işleriyle uğraşın” der. Boş vakitlerini de safa ile hoşça geçirmelerini öğütler.
Nevâî, insanın dünyaya bir kere geldiği noktasından hareket ederek böyle konuşur.. Ama ona göre insan ne Tansını unutmalı ne de şarabını terketmelidir. Hem namaz kılmalı, hem de içmeli. Ancak içerken namazı asla ihmal etmemelidir.
5 asır önceki bir Türk ve İslam büyüğü bile, devleti yönetenlere, insanların özel hayatlarına karışmayın diyor.. Allah ile kul arasındaki ilişkiye karışılmamasını istiyor.
Bu satırlar tam da bugün milleti yönetmekte olanlar için, öyle değil mi?
ATATÜRK RAKISINI, LEBLEBİYİ HAVAYA ATIP
VE AĞZIYLA YAKALAYARAK İÇERDİ..
Ve gelelim Atamıza.. Bunun için de bir başka kitabımdan(**) satırlar okuyalım:
“Olay 1935 yılında, yani ölümünden üç yıl önce geçiyor.. Atatürk bir ara hastalanmış, içkiyi bırakmıştı. İyileştikten sonra yine içmeye başladı. Dolmabahçe’de canı sıkılıyordu. Kimseyi
sofrasına çağırmamıştı.. Tek başına denize karşı içmeyi denedi, ama sevmedi. Saraydan kaçıp halkın arasına karışarak içecekti. Yanında para yoktu. Yaveri Celal Üner’den, “hizmet eden çocukları sevindireceğim” diyerek bozuk para istedi. Yaver bir, iki buçuk, beş, on liralıklar
bıraktı.. Yaver çıkınca üstüne ince bir ceket alıp paraları cebine doldurdu. Bahçede dolaştı, sonra kapının yanındaki nöbetçi polisin yanından gizlice caddeye çıktı. Bir taksiye atlayarak Boğaz yönüne doğru hareket etti. Fakat az sonra Akaretlerden dönüp yukarı çıkarak taksiyle Tepebaşına gitti.
Dolmabahçe’de Atatürk’ün gittiği farkedilince ziller çalmaya, telefonlar işlemeye başlamıştı. Boğaz’a doğru gittiği görüldüğü için görevliler Sarıyer yönünde yönlendirildiler..
Atatürk Tepebaşında parasını ödeyip taksiden indi. Şoföre kimseye buraya geldiğini söylememesini sıkı sıkı tembihledi. Tepebaşında Mazarik adlı bir yemek salonu vardı. Harbiye öğrencisi iken parası oldukça buraya gelir, arkadaşları ile veya tek başına leblebi ile rakı içerdi. Geldiğinde sadece üç masada müşteriler vardı, öteki masalar boştu. Tanıdık kimse yoktu. Eskiden geldiğinde oturduğu, barın dibindeki masaya oturup, garsona, rakı ve leblebi getirmesini söyledi. Eskisi gibi rakısını yudumlamaya, leblebileri havaya atıp dudaklarıyla tutarak yemeye başladı.
Dalmıştı, eski günlerini yadediyordu.. Derken içeriye siyah elbiseli bir adam girdi. Bir süre sonra o adam kapıya yakın masadakilerin yanına gitti. Onlarla bir süre konuştu, sonra hep birlikte kalkıp dışarı çıktılar. Az sonra o adam tek başına geri döndü. Bu kez diğer masadakilerin yanına gitti. Bir süre sonra onlar da hep birlikte kalkıp salonu terkettiler. Sonra o adam tek başına geri
döndü, kenardaki bir masaya oturup gazete okumaya başladı..
Durum Atatürk’ün dikkatini çekmişti. Siyah elbiseli adama seslendi:
— Çoçuk, gel beri!
Adam masadan ok gibi kalkarak selam durumuna geçti..
— Buyrun Paşam!
— Sen kimsin?
— Birinci Şubeden polis..
— Ne yapıyorsun?
— Rahat edesiniz diye lüzumsuz müşterileri dışarı çıkarıyorum, diyerek Validen öyle emir aldığını
anlattı..
Bu sırada vali (Muhittin Üstündağ) da içeri girmişti.
Vali:
— Bir emriniz var mı Atatürk! deyince;
— Siz benim yakamı bırakamaz mısınız yahu? Hadi benim peşimden koşturuyorsunuz. Şurda masalarında kendi hallerinde içkilerini içen insanları niye tedirgin ediyorsunuz?
— Emir buyurursanız gelenleri çevirmez salonu yine doldurabiliriz.
Atatürk iyice kızmıştı:
— Ne yapacağını ben biliyorum. Ne kadar sivil polis varsa masaları dolduracak beni atlatmış olacaksın. Git işine..
Atatürk’ün keyfi kaçmıştı. Kalktı kapıya doğru yürüdü. Bir de baktı ki, kapının önü resmi otomobiller, polisler, sivil polisler, saray muhafızları ile dolmuş..
Valiye dönüp:
— Getireceğin müşteriler bunlar mıydı?
Diye sordu, keyfi kaçmış olarak Dolmabahçe’ye döndü.
Anlattığım bu olayı, bugün binlerce korumayla, yolları sokakları panzerler, tomalarla sardırdıktan sonra yola çıkanlar okumuş, duymuşlar mıydı acaba..
(*) Çağatay Edebiyatı ve Ali Şir Nevai/Toker Yayınları Edebiyat Kom.. sa: 68 Kitap: Tel: 0535 3199349 ve [email protected]
(**) Atatürke Diktatör Diyenin sa: 126/Yalçın Toker- Toker Yayınları. Kitap: Tel: 0535 3199349 ve [email protected]