BU yazıyı zor şartlar altında yazıyorum.
Telefonlar durmadan çalıyor, televizyonlar kapıda, haberciler durmadan bizden söz ediyorlar, benim ise söyleyecek çok sözüm yok.
Sözümü sadece size söyleyebilirim.
Olan şu:
Biz bir kayıktaydık.
Kürek arkadaşımı dalgalar aldı.
Bizim ulaşmak istediğimiz bir yer vardı. Söylene söylene, sızlana sızlana, adeta kendimizi kürek mahkûmu sayarak kürek çekiyorduk o yere doğru...
Orası; sadece bizim aydınlık ülkemizdi.
Çağdaş okulların bahçesinde, çocukların sevgi-barış-özgürlük şarkıları söyledikleri, karanlık merdiven altlarında tarikat kurslarının yer almadığı bir yer...
İtilmiş, yasaklı, suçlu, sakıncalı, haram, günahkár, aşağılanan, hiç sayılan kadınların olmadığı yurt...
Babaların evlerine güler yüzle ve alın teri sıcak ekmeklerle döndükleri...
Soygunun, hırsızlığın, talanın olmadığı bir yer.
İran’a, Suudi Arabistan’a benzemesini asla istemediğimiz... Şeriatçıların, tarikatların, laik cumhuriyet düşmanlarının karanlığa sürüklemelerini asla kabul edemeyeceğimiz mübarek-kutsal vatan...
Mustafa Kemal’in memleketi....
Bizim ülkemiz...
*
Ulaşmak istediğimiz yer burasıydı.
Emin Çölaşan artık yok.
Ne yapmalıyım?..
Bırakmalı mıyım kürekleri?...
Ben şimdiye kadar her şeyimi okurlarımla paylaştım. Evimizi, evimizdeki canlıları, kemanımı, şarkılarımı, sevdalarımı, sancılarımı...
Bilmezsiniz; yazılarımı onlarla birlikte yazarım ben.
Şimdi soruyorum:
Ne yapmalıyım.
Asılsam mı küreklere?..
Avuçlarım kanasa da, hırsımdan ağlasam da, o yere doğru tek başıma kalsam dahi çekmeli miyim kürekleri?
Yoksa, vaz mı geçsem kürek çekmekten?
Söyleyin dostlarım...
Ne yapmalıyım, ne?..
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...