Köşe yazarlığının daha bu kadar ayağa düşmediği günlerdi. Gerçi aslında virüs bünyeyi iyice sarmıştı ama bünye bir umut özeleştiri mekanizması geliştirerek son bir kez direnmeye çalıştı.
O gün şu soru sorulmuştu: Köşeler babalarımızın malı mı? Bu soru o dönem çok tartışıldı.
Öyle ya, gazetecilik bir kamu hizmetiydi de aynı zamanda. Gün aşırı yiyip içilen yerlerin reklamı, sweetheart’ınıza dizilen övgüler, kişisel hınçlar ve hesapların o alanda yeri olmamalıydı.
Tartışma doğruydu ama gerçeklik zemini yoktu. Çünkü o tartışmalar yapılırken dahi köşe yazarlığı korkulan şekle dönüşmüştü. Ve doğal olarak köşelerin özellikle bazı “her şeyi ben bilirim, her şeyden de ben anlarım” diyen bazı seçilmiş yazarların malları olduğu kabul edildi.
Şimdi şu-bu hanutçu diye herkese çamur atan çömezler bu ayrıcalıklı tanrı-yazarların eteğinde büyüdü. Köşelerinde “hep hesap, hep gidilen mekânların anlatımı, hep birilerine laf sokma, hep ben ben ben ben… yazarları” o kaynaktan beslendi. Çünkü ağa babaları böyle yaparak sözde medyanın duayeni olmuş, bu tavrıyla burnundan kıl aldırmaz, dokunulmaz olmuştu. Haber kovalamak, özgün fikirler yaratıp okurlarına sunmak zahmetli ve gereksiz bir eylemdi bu ekole göre.
İşte bu bahiste ismi tek geçilen bir isim vardı: Hıncal Uluç. Genç kadınlardan da (Özellikle manken ve magazin camiasındaki), yiyecek içecek mekânlarından da, siyasetten de, gazetecilikten de, trafik kurallarından da hep en iyi Uluç anladı! Aklınıza gelebilecek her konuda, herkese ayar veriyordu köşesinden. Sonuçta bir ekolün temsilcisi olarak yaklaşık tam sayfa tapuladığı köşesini babasından değil, dedelerinden kalacak kadar hoyratça kullanıyordu. Gerçi köşesi 3 bin 500 vuruşla sınırlanmış birkaç yıllık bir yazar kadar etkisi bile kalmamıştı ama olsun… O, adrese teslim mesajlarını ulaştırıyordu nasılsa.
Tabii etkisinin kalmadığını kendisi de biliyor, ilgi uyandırmak için zaman zaman gazetesine gazetecilik dersleri verip “Bakın, işte cesur yazar” pozları takınıyor, zaman zaman yine gazetesindeki yazarlarla sert polemiklere giriyor, kavganın dozunu abartıyor ama yine de medyanın ve okuyucunun Hıncal Uluç yorgunluğu tüm bu “görünme” çabalarına baskın çıkıyordu. Artık Uluç yazıları kâğıtta da dursa suya yazılan yazılardı.
Ama Uluç’un tüm bunlardan öte hesabı henüz bitmemişti. Gazeteciliğin magazine kurban edilme tarihine altın harflerle geçen Ece Gürsel’i koluna takıp “Benim sweetheart’ım” dolaştırırken “Büyüksün Hıncal usta. Ne yapsan yakışır” demek yerine bu bayağılığa eleştirel bir tavır alanlarla görülecek bir hesabı vardı hala.
Hesap görüleceklerin başında ise Yılmaz Özdil geliyordu. Özdil o dönem ATV haberin başında bu bayağılık ile tatlı tatlı dalgasını geçmiş, unutup gitmişti ama Uluç unutmadı. Uğur Dündar’la birlikte Star Haber’i yapmaya başlayıp reytinglerde sıralamaya bile giremeyen Star Anahaber bir numaraya oturunca önce Özdil’i dışarıda bırakıp Dündar’a “İşte televizyon gazeteciliği bu. İşte habercilik bu. Alnından öperim” gibi mesajlar gönderiyor, bekliyordu ki Dündar’ın “kardeşim” dediği Özdil ile bir ayrışma yaşanacak. Ancak öyle olmadı. Dündar ilk gün dediği gibi sonrasında da hep aynı ifadeyi kullandı Özdil için. Bu, Uluç için ciddi bir yenilgiydi.
O zaman B planına geçti. Bu güne kadar hep magazini besleyen ve magazinden beslenen Uluç en ciddi muhalefetin yapıldığı Star Anahaber’i magazincilikle suçladı, “Artık izlemiyorum” fetvaları yayınladı, o haberlere tahammül edemediğini falan tekrar tekrar dile getirdi.
Birileri Hıncal Uluç’a onu kimsenin okumadığını, okusa da ciddiye almadığını, tutarsız yazılarının sadece kendisini komik duruma düşürdüğünü söylemeli artık. İzlemediği haber kanalı liste başı, eteğinde yetiştirdiği köşe yazarları medyanın maskarası, tam sayfa köşesi kese kâğıdı oldu.
TURKTIME.COM/ANALİZ