Orhan Pamuk Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul hakkındaki harika kitabında, kentin üzerine benzersiz bir tür melankolinin çöktüğünü yazar. Hüzün, yani ‘milyonlarca kişinin ortaklaşa hissettiği o kara duygu’, özellikle de ‘birden güneşin açıverdiği ve Boğaz’ın sularının üzerinden bitkin bir biçimde buğunun yükseldiği’ soğuk kış sabahlarında yoğun olarak hissedilir. Çok sayıda Türk’ün de, ülkenin AB üyeliğine yönelik bitmek bilmeyen macerasından konuşulduğunu duyduğunda benzer bir bitkinliğinin altından kalkması gerekiyor. Türkiye’nin ilk üyelik başvurusunu yapmasının üzerinden 22 yıldan uzun bir süre geçmişken, resmi katılım müzakerelerinin 2005’te başlamasına rağmen üyelik ihtimali her zamanki kadar uzak görünüyor.
Bu müzakereler özellikle de Kıbrıs’ın belirsiz geleceğine dair sorunlar nedeniyle zaten çok yavaş ilerlerken, şimdi yeni bir engel daha çıktı. Bulgaristan, Trakyalıların 20. yüzyılın başlarında sınırdışı edilmesi nedeniyle tazminat ödemezse Türkiye’nin üyeliğini engelleyeceğinin sinyalini verdi. Birliğe katılması için Türkiye’den insan hakları sicilini düzeltmesinin istenmesi doğru. Pamuk da ülkenin ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalarının kurbanı olmuştu; Osmanlı güçlerinin dokuz asır önce 1.5 milyon Ermeni’ye yaptığı soykırım hakkında konuştuğu 2005 tarihli bir söyleşi nedeniyle Nobel Ödüllü yazar hakkında dava açılmıştı. Pamuk’a yöneltilen suçlamaların sonuç olarak teknik sebeplerden ötürü düşmesine ve mevcut Türkiye liderliğinin Ermenistan’a önemli dostluk jestleri yapmasına rağmen, Ankara’daki yetkililer muhalif sesleri susturmaya devam ediyor. Bu durum Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatma kararında da görüldü.
Fakat ifade özgürlüğü üzerindeki bu tür engellerin, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yle Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye’ye karşı ortaya koyduğu antipatiyle alâkası yok. Onların Türkiye’nin üyeliğine karşı muhalefeti, Hürriyet gazetesinden bir köşeyazarının ‘açıkça dile getirilmeyen basit gerçekler’ diye nitelediği durumla açıklanabilir. Mehmet Ali Birand, “Türkiye Müslüman bir ülke. Ve Avrupa Müslüman bir ülkeyi AB’ye kabul etmeye henüz hazır değil” diye yazıyordu. Türkiye karşıtı bu önyargı ırkçılıkla eşdeğer. AB kurumları resmi olarak çeşitliliğe değer verdiklerini savunsa da, bu kurumların en güçlü liderlerinden bazıları arasında birliğin ezici bir biçimde Hıristiyan olarak kalması gerektiğine dair zımni bir anlaşma söz konusu.
Golf kulübü yapsa mahkemeye verilir
AB’nin yeni başkanı Herman Van Rompuy, bu arzuyu kamuya açık bir kurumda dile getirmiş az sayıda şahıstan biri (ve bunu görevine kısa süre gelmesinden çok önce yapmıştı). Rampuy 2004’te Belçika parlamentosundaki bir toplantıda, “Avrupa’da yürürlükte olan ve aynı zamanda Hıristiyanlığın temel değerlerini de oluşturan evrensel değerler, Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin birliğe katılmıyla kuvvetini yitirecektir” diye konuşmuştu.
Dindar değilsem de bir Hıristiyan olarak, Van Rompuy’un bir başka inancın mensuplarının yüzüne kapıyı kapatmasını gerekçelendirmek için Nazarene Kilisesi’nin hangi öğretilerini izlediğini iddia ettiğini bilmiyorum. Bir golf kulübü benzer bir dışlama politikasını benimseseydi, çok büyük ihtimalle eşitlik yasalarını ihlal ettiği için mahkemeye verilirdi. Eğer AB söylendiği gibi bir demokrasiler kulübüyse, neden dini sebeplerle ayrımcılık yapmasına izin veriliyor? (Inter Press haber ajansının Brüksel muhabiri, 6 Ocak 2010)
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...