Filmde, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin Trabzon'un Çayırbağ Beldesi Belediyesi'ne hibe ettiği bir adet itfaiye aracının serüveni beyazperdeye taşınırken, Kürt kızı Asya’yla (Nesrin Cavadzade) Trabzonlu Gürcü delikanlı Koşman’ın (Osman Sonant) yolda geçen komik ama bir o kadar da naif hikâyelerine tanıklık ediyoruz. ‘Yangın Var' filmi, bir yol hikâyesi ama sadece bir yolla kalmıyor, o yolun gidişlerinde yüreklerindeki yangını görüp onca yılı önyargılarla geçmiş iki halkı, iki dili birbirini anlamaya davet ediyor…
Tabii ki bir Trabzonlunun, filmdeki Koşman’ın Diyarbakır’a gitmesi hiç kolay değil; onca önyargı, medyadan gördüğü ve ona anlatılanlar kadarıyla tanıdığı Diyarbakır… Koşman Diyarbakır’a gider, dönüş yolunda iki kişidirler… Filmde Asya üzerinden "Doğulu’ysan ‘terörist’sin" algısı anlatılırken, Koşman üzerinden "eğer 'şehit' yakınıysan dokunulmazlığın var" mesajı veriliyor… Ahmet Kaya’nın ‘Acılara Tutunmak’ şarkısı da film boyunca manidarlığını koruyor: 'Acı çekmek özgürlükse özgürüz ikimiz de' dizelerinde, acılarında kimin özgür olduğunu soruyor; acısı üstgeçitlere isim olmuş Koşman mı yoksa küçücük bir kutuda acısını saklamak zorunda kalan Asya mı? Asya yol boyu taşıyor acısını içinde ama dile gelmiyor. Resmi ideolojide tanınan acı ise Koşman’ın acısı oluyor; 'şehidimizin yakını' denilerek…
Çok dengeli bir senaryoyla Türkiye’nin kanayan yarasına parmak basan 'Yangın Var', tüm bunlara rağmen 30 yıllık savaşın bitmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Sorunu halklar arasında aramanın manasız olduğunun altı çizilirken, gülmek ve ağlamak arasında da bırakıyor sizi…
'Yangın Var', politik mesajlarının arkasında "bir arada yaşamak mümkündür" derken, "bu ülkede 30 yıldır yanan yangının da sönmesi olasıdır" diyor. Tüm olasılıkları, Diyarbakır ve Trabzon hattını konuşmak üzere filmin yönetmeni Murat Saraçoğlu’yla bir araya geldik…
>>>>Diğer filmlerinizde olduğu gibi 'Yangın Var' filminde de toplumsal bir meseleyi gündeme taşımışsınız. Bunu yaparken de komediden uzaklaşmamışsınız…
Senaryoyu ilk okuduğumda hissettiğim şuydu: Evet, gerçekten komik… Belki bir başkası çekse çok daha komik olabilirdi. Ben de bir komedi filmi çektiğimi düşündüm, fakat senaryoya baktığımda sadece komediden ibaret olmadığını gördüm. Mesele o kadar ciddi ki, aslında başta tedirgin edebiliyor, yönetmen olarak kendimden bahsediyorum, komik bir mizansen var fakat o mizanseni öyle bir anlatmak gerekiyor ki, o komediden bayatlığa düşebilirsiniz… Birilerini ya da herkesi rencide edecek bir durum olabilir. Çok dengede durmak gerekiyordu.
>>>>Ciddi, komedi ve bir kadar da naif bir yanı var… Dolayısıyla da filmde seyirciye çok iş düşüyor, ne dersiniz?
Film naif bulundu katılıyorum, seyredenin kalbine bazı kodlar veren sahneler var bana kalırsa, kendi kalbiyle ve vicdanıyla baktığı zaman nasıl yorumlayacağı yine seyircinin inisiyatifine kalmış.
>>>>Sözünü ettiğim gibi filmlerinize baktığımızda ne kadar komedi olsa da, derdi olan filmleri tercih ediyorsunuz…
Komedi filmlerini çok seviyorum ama hiçbir zaman bir komedi filmi çekeyim gibi derdim olmadı. İyi ya da kötü olarak yorumlanan pek çok filmim var, filmlerimin bir şekilde memlekete dokunması hoşuma gidiyor. Bazen çok klişe bulunuyor filmler, bazen gerçekten beğenildiği oluyor ama temelde böyle bir derdi var filmlerimin. Hoşuma da gidiyor.
>>>>‘O... Çocukları’na baktığımızda da aynı tat var diyebilir miyiz?
Evet, orada da öyle bir tat var…
>>>>Filme dönersek,‘Yangın Var’ Diyarbakır’dan Trabzon’a bir yol hikâyesi ama iki bölge de hassasiyetler açısından uçlarda… Film bir yanıyla bu önyargıyı yıkmayı da hedefliyor mu?
Mesafeleri kapatmak da diyebiliriz, önyargıları yumuşatmak da… Aslında bu film için çok iddialı bir cümle fakat, mesela Cüneyt Cebenoyan "bu bir misyon filmi değil o kadar da çok şey beklemeyin" diyor.
Filmin kodlarına bakarsak misyon filmi değil ama hem böyle bir iddiası var hem de seyirlik. Bu üç dinamiği bir araya getirip kullanmak ve bundan da bir şeyin altında kalmadan sıyrılmak çok zor. Benim temel mutluluğum bu. Film neyi, ne kadar başardı derseniz, bence yine de düşünsel bir alan yarattı. Gazetelerde de öyle. Senaristlerin ve yönetmeninin niyetine uygun ve o niyeti anlamış biçimde yazılar yazılıyor. Farklı yerlerde doğru algılanmış olması niyetimizi de gösteriyor.
Bir sahne hatırlıyorum; Galada Osman Baydemir’le Çayırbağ Belediye Başkanı Hilmi Köroğlu birlikte yan yana filmi izledi, bir sahnede ikisi birden kahkaha attı. Sırf o sahneyi görmek bile bu macerayı, bütün bu zorlukları çekmeye değerdi. Güldükleri sahne de başka bir ortamda gülmeyecekleri bir şey.
>>>>Filmde gerçek bir hikâyeden yola çıkıldı, gerçeklik payını anlatabilir misiniz?
Gerçekten Diyarbakır Belediyesi, Çayırbağı Beldesi'ne o aracı hediye ediyor… Bir Karadenizli de o kamyonu almak için gidiyor… Dönüşte de başına küçük, bu kadar büyük değil tabii, bazı olaylar geliyor. Biz sadece dönüş yolunda bir Kürt kızını koyduk. Kurgusal olan sadece bu…
>>>>Filmde bana çok çarpıcı gelen iki tarafın acısı… Koşman ve Asya aslında yakınlarını kaybetmiş; birinin acısı meşru, diğerinin ki değil. Asya acısını küçücük kutuda taşırken, söylemezken; Koşman o meşru acısını rahatça yaşıyor ya da dile getiriyor… Burada taraf mısınız?
Belki kendi hayatlarımızda taraf ya da değiliz. Filmin yönetmeni olarak ortaya koymaya çalıştığım şey taraf olmaktan çok bu çerçeveyi doğru çizmek. Kutu meselesinde de çok kafa yorduk. Sosyal realite içinde kız kutuyu ancak tuvaletteyken ya da kendi kendineyken açabildi… Bu anlamda çok taraf olarak kendimi gördüğümü söyleyemem. Belki ortalama Türkiye yurttaşı olarak belli reflekslerim olabilir.
>>>>Türkiye realitesi de bunu gösteriyor zaten. Koşman ‘şehit’ yakını, Asya ‘terörist’… Bu algıyı filmde çok net vermişsiniz. Özellikle de kutu meselesi ve Trabzon’daki şehitlerin adlarının yazıldığı üst geçitler…
Senaryoda sadece Şenol Sümbül’ün üst geçidi vardı, fakat devamındaki üst geçitleri göstermeyi daha içeriden bakayım diye değil daha gerçek olsun diye yaptım. Karadeniz çok fazla şehit vermiş bir yer… Belki öyle bir algıyla yaptım. Yoksa başka bir şeye varmak için değil. Filmin ayakta kalacağı tek yer orası. Kutunun açıldığı yer, bir de o üst geçitlerin altından geçtiğimiz yer…
Birincisi popüler bir film bu, 164 kopya çıktı. Bütün Türkiye’ye halk izlesin diye yapılmış bir film. Dili ya da ortaya koyduğu meselenin dozu bu ortalama noktayı da düşünerek yapılmış bir şey. 'Gelecek Uzun Sürer’de ya da 'Min Dit’te söyleyebileceğiniz, sinematografik olarak ortaya koyabileceğiniz dil bu dil değil doğal olarak. Yoksa zaten taraf noktasında kendinizi bir yere yaslasaydınız bütün film o noktaya kadar manasız gelmiş olurdu.
>>>>Bu da Türkiye’nin realitesi aslında… Kiminin acısı ‘meşru’ kimi ise acısını gizli saklı köşelerde yaşamaya çalışıyor…
Yaşasa da biz duymuyoruz. Biz filmi çekerken ki gerçekten çok zorlu bir süreçti, oraya Mazlum Ekenci diye birinin cenazesi geldi. 19 ya da 20 yaşında bir çocuk, dağa gitmiş bir hafta sonrada ölmüş. Ben hayatımda ilk defa şahit oldum. Çok okudum, çok baktım ama şimdi bu filmi çeken biri olarak ben bu kadar uzaksam, bizler bu kadar farkında değilsek, bu filmi izleyenTrabzon’daki, Edirne’deki insanın “bir terörist öldürülmüş canım” diye özetleyeceği şeyin aslında o kadar da basit olmadığını anlayabiliriz. Dolayısıyla zor, gerçekten zor. Ben filmi çekerken de çektikten sonra da filmin niyeti ya da benim niyetimin nasıl algılanacağı üzerine epey bir düşündüm…
>>>>Sonuç peki?
Sonuç olarak rahatım. Gerçekten olmasına inandığım şeyi, evet popüler bir dille anlattım gerçekten. Ankara’nın batısında yaşayan insanların biz ortalama Türklerin, kendimi de oraya katıyorum, izlerken, gülerken vicdan filmi olarak da filme bakacakları bir yer var. Eğer insanlar kalbiyle ya da hakkaniyetle bakarsa belki daha doğru izlerler filmi.
>>>>Aslına bakarsanız Türkiye’deki ortalama bir Türk’ün temsiliyetiydi Koşman…
Evet, kesinlikle… Ankara’nın doğusunda sadece bayrağa sarılı tabutlar geliyor ama başka ne olduğunu bilmiyoruz ki, umurumuzda değil…
>>>>Film bir yanıyla Türkiye gerçeğiyle yüzleştiriyor. Bu yüzleşme meselesi sanatın neresinde?
Ben şuna inanıyorum; sanat bir kanun maddesi değil, yaptırım gücü yok, insanlar izleyip çıkıyor. Sanat ya da özelde sinema yoluyla insanların kalpleri yumuşatılabilir. 74 milyon insan yaşıyor Türkiye’de ama en fazla seyredilen filmimiz 4,5 milyonda kalıyor. Ama 4,5 milyon izlenen o filmlerin de yapılış amaçları zaten belli. Türkiye insanının popüler sinemayla ya da ana akım sinemayla buluşmasının her açıdan işe yarayacağını düşünüyorum ama maalesef o parantezin içi çok dolu değil.
>>>>Siz de Türkiye’nin Batısı'nda yaşayan ama yüzünü Doğu'ya dönmüş birisiniz. Film çekerken ya da Doğu'ya gittikçe değişimin kaçınılmaz olduğuna da tanıklık ettiniz mi?
20’li yaşlarda hissettiğim, memleketle kurduğum ilişki elbette değişti, değişiyor. Bu kaçınılmaz. Hiç bilmez, uzakta bir canavar olduğunu düşünüp İstanbul’da bir hayat sürerseniz zaten bu dönüşüm kaçınılmaz. O yüzden filmdeki bazı replikler çok önemli ve tesadüf değil. Ben de bu anlamda kendi ülkemi tanıdıkça, hem dönüşüyorum hem de oradaki insanların kalplerini, vicdanlarını anlamaya çalışıyorum. Sadece Diyarbakır’a gittim diye değil, Edirne’ye gittiğiniz zaman da oluyor. Maalesef bizler İstanbul’da oturup bütün evreni, dünyayı bildiğimizi sanıyoruz. Ama öyle değil.
Van’ın bir köyüne gitmiştim, terk edilmiş bir köy… Kadın orada tek başına oturuyordu. Büyük bir ıssızlıkta yaşlı bir kadın yaşıyor ama hikâyesi kim bilir ne… O yüzden de gerçekten gidip görmek gerekiyor. Bunu da oryantalist bir tavırla söylemiyorum…
>>>>Koşman’ın Türklük damarının altından aslında Gürcülük çıkıyor…
Ben şunu biliyorum, Karadeniz bölgesinde farklı bölgelerde birçok gözlemler yaptım. Birçok milliyetçi, annesinin, babasının dilini açık etmiyor… O milliyetçilik damarının da bu anlamda köksüz olduğunu da görüyoruz. Evet, insanın ülkesini sevmesinin bizde içeriğinin boşaltılmış bir şey olduğunu da düşünüyorum… Bayrağını sevmesi gibi bir durum vardır, ülkenin sembolüdür bayrak fakat buradan hareketle ırkçılığa varan bir süreç var. Benim annem Gürcü, babam Bulgaristan taraflarından gelmiş… Karadeniz’de birçok insanın kökeni Hemşin, Rum, Pontus... Buradan böyle şablonik bir milliyetçiliğe varmak gerçekten köksüz. Bir sonuç da vermiyor, çünkü içi boş…
>>>>Bayrak meselesini korku kültürüne de bağlayabiliriz sanıyorum?
Korku kültürü şu; bir aidiyet içinde olursanız mutlu ya da huzurlu olursunuz algısı var. Hâlâ ilkokulda "rahat, hazır ol" deniliyor, böyle bir algıyla daha çocukluktan itibaren yalpalayarak büyüyoruz…
>>>>Böyle köksüz bir milliyetçiliğin ortasında vicdan aramak güç değil mi? Bu konuyu filme bağlarsak filmin finali bu anlamda ütopik kaçıyor değil mi?
İki şekilde bakmak lazım… Filmden başlarsak, Osman Baydemir’in Çayırbağ Beldesi'ne gelip insanlara konuşma yapmasını reelde düşünürseniz böyle bir sonuca varmak zor görünüyor. Fakat Diyarbakır galasında Osman Baydemir filmle ilgili bir arada barış içinde yaşamamıza katkı vereceğine olan inancından bahsetti. Biz de bu inanca inanarak yola çıktık. Ama vicdanla ilgili meselenin çok ciddi olarak, sosyolojik açıdan da incelenmesi gerekiyor. Maalesef bir yandan feodalite, düşünememe, görmeme, yoksayma, okumama, araştırmama gibi pek çok konu da birleşince o cehalet ve kalıplar üzerinden bir yaşam sürüyoruz. Fakat dönüp tarihe bakalım, birçok felaketimiz var, birçok problemlerimiz var ama bin yıldır da bir aradayız.
Hep dinlediğimiz hikâyeler; “Ermeni komşularımız vardı, o kadar iyi insanlardı ki… Bir komşumuz vardı 6–7 Eylül olaylarından sonra gitti”, bunlarla büyüdük… Biz bu tarafına inanmak zorundayız. Ama bu felaketlerle, yok saydığımız şeylerle hesaplaşmak durumundayız. Bu hesaplaşma illa bir şeyleri suçlu ilan etmek, yok saymak gibi değil, tarihsel olarak olmuş, tabii iç politika malzemesi olarak tartışılıyor ama bunları tartıştığımız zaman daha mutlu, daha huzurlu insanlar oluyoruz… Karton ya da ikon inançlarımızdan kurtulup daha sağlıklı olacağız…
>>>> İki tarafa da bakarsak, hesaplaşma şu an için sert söylemlerle ilerliyor. 30 yıldır süren bir savaştan da bahsediyoruz; kim, kimi anlayacak?
Şimdi 90’lı yıllarda çok acı çekilmiş, bunu hiç kıvırmadan söylemek lazım. Hatta bugün Diyarbakır’da bile pek çok aracın plakası ya 06 ya 34 ya da 35… Çünkü bir insan arabasına çocuğunu alıp Antalya’ya tatile gitmek istiyor, gidemiyor. 21 plakalı araç kullanan bir kişi bugün hâlâ Türkiye’de bu ülkenin yurttaşı olarak dolaşamıyor. Diyarbakır’da bir istatistik yapılsa araçların yüzde 90’ı 21 plakalı değil. Böyle bir gerçek varken bu önyargının olması normal… Hem çok acı çekmişler hem de dönemin ruhu üzerlerinde. Ters taraftan bir Kürt -Türk milliyetçiliği de yürüyor. Dinamitler birlikte yükseliyor.
Gümbür gümbür bir 12 Eylül filmi yapmak isterim
>>>>Sinema sektöründe son yılarda bir hayli Kürt filmi çıkmaya başladı… Bu süreç Kürt sorununa nasıl katkı sağlıyor sizce?
Birincisi filmin yarattığı düşünsel alan ve filmi kime, neye yaptığınızla ilgili bir mesele var. O filmleri birçok insana ulaştırmak veanlatmak gerekiyor. O yüzden de samimi kılmak gerek. Evet, o filmler yapılıyor ama yine Kürtlere yapılıyor… Kürtler de zaten neyin, ne olduğunun farkında. Bunu biraz aşmak gerektiğini düşünüyorum.
‘Min Dit’ Altın Portakal’da yarıştı, ben de ‘Deli Deli Olma’yla oradaydım. O zaman ‘Min Dit’ tepkiyle de karşılandı, fakat bir yankı oldu, tartışma yarattı, film bu anlamda da olumlu bir şey. Fakat dediğim gibi herkese yapmalı filmleri, sadece Kürtlere, sadece Türklere değil. 30 yıldır süren bir meseleden söz ediyoruz. Bazı şeyleri anlatmak noktasında, politik olarak da sinemasal olarak da konunun çok kıyısındayız. Bizim doğru düzgün 12 Eylül filmimiz bile yok, ki 90’lardaki ateşli dönemi anlatmak daha da zor.
>>>>Gerçekten 12 Eylül filmimiz yok mu?
Ömer Uğur’un var, 'Eve Dönüş'… İlk aklıma gelen.
>>>>Sizin filminiz ‘O... Çocukları’nı da 12 Eylül filmleri arasında görebiliriz aslında…
Evet, onu da sayabiliriz. Ama doğrusu gümbür gümbür bir 12 Eylül filmi yapmak isterim. Bugün 12 Eylül üzerine düşünen de yok… Böyle bir filmin gerekliği var, bu hikâyeler anlatmakla bitmez.
>>>>Sanıyorum Türkiye sinemasında her şeyi anlatmak gibi bir kaygıya düşülüyor... Bu kaygıdan kaynaklı da meselenin özüne inilemiyor, bu kaygıyı siz de gözlemliyor musunuz?
Aslında bu total bir sorun. Bizim sinemamızdaki bir sorun, çünkü düşünsel geri plan henüz çok bakir. O kadar çok mesele var ki. Toplumsal bir durum var. Onların üzeri kapalı, ufak ufak açacağız, daha küçük hikâyelerle ama çarpıcı bir biçimde ortaya konulacak işler olacaktır.
birgün
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...