O bıçkın tavırlarını hoş gördük…
Kendini yüzyılda bir gelen futbol dahisi olarak görüp “ben size verilmiş bir lütufum. Bu lütuf her türlü eleştiriden üstte ve uzak olmalı” kibrini sineye çektik.
O uçuk maaşı milletvekillerinin maaşlarıyla karşılaştırılıp eleştirilince “Benden bir tane var. Beni karşılaştırdığınız milletvekillerinden 550 tane. Bu karşılaştırma da laf mı” büyüklenmesini diğer bir tane olanların maaşını gözüne sokup dersini vermek yerine “Yurtdışından teklif var. Aha da gidiyorum” blöfünün görülüp akıl almaz ücretini ikiye katlamasına da ses etmedik.
Gün aşırı birilerine sataşmasını da sineye çektik.
Yaptığı profesyonel işi hep milli duygularla ifade etmesine ve vatan meselesi olarak sunmasına rağmen o milli duygularını illa ki milyon dolarlar alarak işe dönüştürmesinin nasıl bir "sevgi!" olduğunu sormadık.
Çünkü sihirli bir sıfat vardı isminin önünde: Milli Takımlar Teknik Direktörü. Öyle ya, ona söylenecek her söz herkesin destekte birleştiği bir kurumu hedef alacaktı. Karşı çıkışlar hep alt perdeden yapıldı.
Ama isminin önündeki o sıfat Terim’i dizginlemek, içindeki kabadayıyı kontrol altına almak, daha kucaklayıcı, daha beyefendi yapmak yerine kibrini katladı, terbiyesinin sınırlarını aşmasına engel olmadı, şımarıklığına şımarıklık ekledi.
Ve kendisini eleştiren spor yazarı Osman Tamburacı’ya ağza alınmayacak küfürleri savurmakta beis görmedi.
Oysa hangi kurumu teslim ederseniz edin… Ne kadar maaş alırsanız alın… Neyi başarmış olursanız olun… Bu kadar kibir, küfürbazlık, bu zorba tavırlar, bu mahalle kabadayısı duruş sizi koruyan suskunluk sarmalını dağıtır ve sonunda kaybedersiniz.
Ve işte bu yüzden Terim, KAYBETTİ.